Değişim, son dönemde Türkiye siyasetine damgasını vuran olgu oldu. Son on yılda, baskılanan etnik ve dini kimlikler özgürleşirken, orta sınıfın hacmi ikiye katlandı. Böylece, özgüveni yüksek bireylerden oluşan çeşitlenmiş bir toplumsal yapı ortaya çıktı. Bu sosyolojik değişim dalgası iktidar ilişkilerini derinden sarstı. Uzun yıllardır belli toplumsal kesimlerin iktidarını yeniden üreten toplumsal ve kurumsal yapılar dağıldı. Bu süreçte toplum, genel hatlarıyla değişim taraftarları ile değişim karşıtları arasında ikiye bölündü. AK Parti sosyolojik değişim dalgasının ürettiği ve değişime yön veren aktör konumunda oldu. 13 yıllık iktidarında çevreden gelen toplumsal kesimlerin siyasi ve ekonomik taleplerini karşıladı, ayrıca yeni toplumsal şartları yansıtacak bazı kurumsal düzenlemelere gitti. AK Parti'nin karşısında ise ülkedeki değişime karşı bir sosyoloji ve bunun siyaset kurumundaki temsilcileri yer aldı. Bu grupta, ayrıcalıklı konumunu yitirmek istemeyen toplumsal 'merkez' ile değişimin yarattığı belirsizliğe tepkisel yaklaşan 'çevre' yer aldı. Bu blok, 2002- 2010 arasında dağınık bir görüntü sunmakta ve zamanın ruhuna zıt laik-milliyetçi bir söyleme yaslanmaktaydı. 2010'dan sonra ise blok içi saflar sıklaştı. PKK-HDP, Gülen grubu ve bazı liberallerin de katılımıyla blok genişledi. Siyaset dili de zamanın ruhuna uygun ancak pozitif bir içerikten yoksun bir AK Parti karşıtlığına dönüştü. Bu siyaset 7 Haziran seçimiyle AK Parti'nin tek parti iktidarına son verdi. Böylece, toplumsal değişimi hayata geçiren ve yöneten siyaset kurumu kilitlenmiş oldu. Ancak günümüzde toplum, değişimin tekrar başlamasını ve mevcut şartların daha ileri taşınmasını arzuluyor. Muhalefet partilerinin ne aktüel ne de potansiyel olarak buna hitap edecek bir siyaseti bulunuyor. AK Parti'li bir koalisyon hükümetinin de anlamlı bir siyaset üretmesi zor. Tek başına iktidara gelmesi durumunda AK Parti, reformist siyaseti yeniden canlandırıp topluma tekrar açılarak ve değişim karşıtlarını da sürükleyerek ülke siyasetinde yepyeni bir dönemi başlatabilir. Böylesi bir dönem, yeni bir anayasa ve bu bağlamda köklü kurumsal ve yapısal reformların yapılmasını kapsayacaktır.
NEBİ MİŞ / SETA
Blok siyasetinden senaryo siyasetine
Türkiye, 1 Kasım Pazar günü, yani yarın, uzun yıllardan sonra erken bir genel seçime gidecek. 7 Haziran seçimi, toplumun ve siyasetin genelinin beklemediği bir şekilde tek bir partinin iktidarını mümkün kılmamıştı. Seçimlerin ardından koalisyon görüşmelerinin getirdiği tartışma süreci bile, Türkiye'de siyasal kültürün koalisyon hükümetlerine elverişsiz olduğunu net olarak gösterdi. Dolayısıyla toplum, bu süreçte siyasal partilerin uzlaşmaya değil hesaplaşmaya yönelik tavrını gözlemleme imkanı buldu. 1 Kasım seçimi ile ilgili tüm sürecin odaklandığı temel nokta, AK Parti'nin tek başına iktidar olup olamayacağı meselesiydi. Kesin olan husus ise, AK Parti'nin seçimin açık ara galibi olacağı gerçeğidir. 1 Kasım seçiminin ardından tekrar bir koalisyon seçeneğinin ortaya çıkması durumunda, en temel sorun siyaset kurumunun giderek güç kaybedecek olmasıdır. Muhalefetin 7 Haziran öncesi devreye soktuğu 'blok siyaseti' ve 1 Kasım sonrası için hayalini kurduğu 'senaryo siyaseti' maalesef siyasi alanı daralttığı için çözüm siyasetine yönelik bir uzlaşma alanı oluşamamaktadır. Partiler arasındaki perspektif farklılığı, siyaset karşıtı bürokratik kurumları, siyasetin alanına müdahil olmak için cesaretlendirecektir. Ülkenin geleceğini ilgilendiren terör sorunu ve Kürt meselesi başta olmak üzere, önemli tüm sorunlarda siyasi partilerin farklılaşması, uzlaşmak için bile günlerce müzakereleri zorunlu kılacak ve birçok meselenin çözüme kavuşturulması ya zamana bırakılacak ya da uzun dönemli olmayan palyatif çözümleri devreye sokacaktır. 7 Haziran'dan sonra yaşanana benzer, AK Parti'nin reformcu yönü hükümetin diğer kanadını oluşturan partinin 'restorasyoncu' dayatması ile demokratik kazanımlar yeniden tartışmaya açılacak ve bu alanda yaşanan iyileştirmelerin kurumsallaşması engellenecektir. Özellikle, eğitim, yargı, güvenlik ve büyük yatırımlar konusunda bugüne kadar muhalefet AK Parti'yi yoğun bir şekilde eleştirmiştir. CHP'nin 7 Haziran sonrası koalisyon görüşmelerinde eğitim konusunda eski sisteme dönüleceğini söylemesi bu alanlardaki farlılığa bir örnektir. Bu anlamda koalisyon kurulsa bile, bu alanlarda yaşanacak krizler koalisyonun sürdürülebilirliğini zorlaştıracaktır.
KEMAL İNAT SAKARYA ÜNİVERSİTESİ
Tek başına hükümet ve dış politika
Yarın yapılacak seçimler sonrasında sandıktan çıkacak hükümetin niteliği Türkiye'nin dış politikasının yönünü ve etkinliğini de belirleyecektir. Koalisyona ihtiyaç duyulmadan, bir partinin tek başına iktidarı sağlayacak sandalye sayısına ulaşması dış politika için ihtiyaç duyulan sağlam zemini de sağlayacaktır. Demokrasi kültürünün bütün kesimlerin içine sindiği ülkelerde koalisyon hükümetleri de etkin bir dış politika için gerekli istikrarı sağlasa da Türkiye'nin henüz bu olgunluğa ulaşmadığı görülüyor. Muhtemel bir koalisyon hükümeti, içerideki kavgaların dış politika alanına da taşınacağı ve ülkenin çıkarlarının bundan ciddi zararlar göreceği endişelerini de beraberinde getiriyor. Geçmiş dönemlerde yaşanan koalisyon tecrübeleri bu endişelerin hiç de yersiz olmadığının açık bir göstergesi olarak karşımızda duruyor. Türkiye'nin, gerek terörle mücadele gerekse bölgesinde yaşanan çatışmalar açısından çok hassas bir dönemden geçtiği göz önünde bulundurulursa, geçmişteki koalisyon dönemlerinde yaşanan istikrarsızlığın 1 Kasım seçimi sonrasında da yaşanma ihtimali milli çıkarlar açısından ciddi bir risk oluşturuyor. Türkiye'nin uluslararası çevrelerden ve onların yerli uzantılarından gelen manipülatif müdahaleler karşısında güçlü kalması ancak istikrarlı bir hükümetle yola devam etmesiyle mümkün olacaktır. 2013'ten beri yaşanan Gezi Olayları, 17-25 Aralık Darbe Girişimi ve PKK terörünün yeniden canlandırılması girişimlerinin, Türkiye'nin çevresinde yaşanan gelişmelere kendi çıkarları doğrultusunda gerektiği gibi tepki verme yeteneğini ne kadar zayıflattığı düşünülürse, içeride istikrarsızlığı artıracak bir koalisyon hükümeti bu konuda yaşanan olumsuzlukları daha da ciddi boyutlara taşıyacaktır. Türkiye'nin dışarıdan ve içeriden gelen tehditler karşısında sağlam durabilmesi ve etkin bir dış politika izleyebilmesi için sağlam bir ekonomiye ve istikrarlı bir siyasal yapıya sahip olması gerekmektedir. Bunun ancak tek parti iktidarıyla mümkün olabileceğini ise geçmiş tecrübeler açık bir şekilde ispat etmiştir. Çünkü 7 Haziran seçimi öncesi ve sonrasında yaşanan tartışmaların şiddeti Türkiye'nin koalisyon kültürünün temelini oluşturan uzlaşı anlayışından henüz çok uzak olduğunu göstermiştir.
MUHİTTİN ATAMAN SETA
Muhtemel koalisyon ve dış politika
7 Haziran seçiminde barajı aşan dört partinin seçim bildirgelerine ve yöneticilerinin yaptıkları açıklamalara bakıldığında, bir koalisyon durumunda dış politikanın yürütülmesinde anlaşmazlıkların yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Bir kere, AK Parti'nin dış politika anlayışı ile muhalefet partilerinin dış politika söylemleri arasında ciddi farklılıklar, hatta zıtlıklar, bulunmaktadır. Muhtemel bir koalisyon hükümeti durumunda AK Parti döneminde başlatılan çok boyutlu, dinamik ve inisiyatif alan dış politika anlayışı yerini düşük profilli, pasif ve reaktif bir dış politikaya terk edecektir. İç siyasetteki kırılganlık dış politikada da hissedilecektir. Türkiye, Soğuk Savaş dönemindeki 'sıfır opsiyonlu', yani sadece coğrafi konumunun getirdiği ranttan faydalanmak isteyen anlayışa yeniden mahkum edilmeye çalışılacaktır. Muhtemel bir koalisyon hükümeti Türkiye'nin bölgesel siyasi projelerini engelleyecektir. Türkiye bölgesel ve küresel politika masalarından kalkmak durumunda kalacak veya ağırlığı azalacaktır. Özellikle, Türkiye'yi pek çok bölgede ayak bağı olarak gören Batılı ülkelerdeki beklenti, Türkiye'nin bir cephe ülke olarak yeniden içine kapanmasını ve iç siyasi sorunlarla uğraşmasını sağlamaktır. Bugünlerde dış politikanın en önemli konusu olan Suriye krizine yönelik olarak üç muhalefet partisinin bakışı hem AK Parti ile hem de bir diğeriyle farklılık göstermektedir. AK Parti Suriye krizinde insani bir diplomasi yürüterek ılımlı muhalif grupların desteklenmesi, Esed rejiminin düşürülmesi ve ülkesel bütünlüğün korunması yönünde bir siyaset izlemektedir. Bunun aksine CHP, Esed rejimi ile ilişkilerin geliştirilmesini ve bütün muhalif gruplarla ilişkilerin kesilmesini desteklemektedir. HDP, Esed ile işbirliği içinde olan PYD'nin etkinlik alanını genişletmesini savunmaktadır. CHP ile HDP'nin, AK Parti hükümetinin Suriye'de ötekileştirdiği aktörlere yakın durması, bu iki partinin AK Parti'nin tam aksi yönde bir siyaset izleyeceği anlamına gelmektedir. MHP ise, iç siyasetteki reddiyeci tavrına uyumlu olarak geri çekilme ve içe kapanma siyasetini savunmaktadır. Ortadoğu'daki gelişmelere kayıtsız kalmayan ve bölgesel projeler geliştiren AK Parti'nin aksine MHP ve özellikle CHP, formel ilişkilerin ötesine geçmemek kaydıyla, Mısır ve İsrail dahil bütün ülkelerle sınırlı ilişkilerin geliştirilmesini desteklemektedir. Böylece geleneksel kayıtsızlık politikasına geri dönme düşüncesindedirler. HDP ise daha çok bölgesel Kürt sorunu bağlamında tavır almaktadır. Kısacası, muhtemel bir koalisyon hükümeti, daha çok iç politika dengelerini gözetmek zorunda kalacağı için dış politika ikincil bir alan olacaktır. Ülkenin dış politikasındaki vizyoner, sistematik ve net duruş zayıflayacak, çekingen ve tutarsız bir tavır sergileme ihtimali artacaktır. Siyasi kırılganlığın yol açtığı içe kapanma ve kısa dönemli pragmatizm ön plana çıkacaktır. Pek çok konuda Türkiye'nin elinin zayıflayacağını söylemek mümkündür.