Selahattin Yusuf

15 Temmuz 2013, Pazartesi

Türkiye’nin “çocuk savaşçıları”

İlkokul kitaplarımızdaki "cennet" ezberi, onu hayal etmemizin önüne ne kadar geçerse geçsin, onu zihnimizde devletin resmi şırıngasıyla ne kadar şişirirse şişirsin, galiba bizim için, hepimiz için yine de çok güzel ve biricik olan "vatanımızın" yani harika Liberya'mızın birçok şeye ihtiyacı var. Birçok konuda titiz bakıma, alakaya ve şefkate ihtiyacı var. Ama çocuklarının zihinlerinin bu şekilde güdümlenmeye de var mı, emin değilim.

İsminin nedense gerçekten "Liberya" (İng. 'özgürlük ülkesi') olduğuna inanılan ülkeden gelen haberlerde çok görürdük onları eskiden. O üzüm başlı, şiş dudaklı, o tatlı çocukların fotoğrafları, gazetelerin renkli sayfalarını süslerdi. Boylarınca kalaşnikof fidanlığının içinden ve gür savan ormanlarının kuytularından bakmış olurlardı her defasında. Karanlıkların içinden bakakalmış olurlardı bize fotoğraflarda. Her defasında içine düşürüldükleri tuzağın şaşkınlığıyla ve insana ilham verecek denli tezat bir vahşet-masumluk ifadesiyle çarpılmış fotoğrafların içinden bakakalmış olurlardı. Şimdilerde de var. Hep var. Yine olacak.

Bu yazıyı yazmadan bir gün önce, yukarı katımızın balkonundan gelen sesler, zihnimi nerelere götürdü. Komşumla arızalı bir ilişkimiz var; ama öyle başlamamıştı. En azından güzelce tanışmıştık. MKE'ye bağlı bir silah fabrikasında çalışıyor. Merdivenlerde birkaç kere karşılaştık. Eşinden ayrı. Bakıcı var. Bir gün, çocukların aşırı gürültüsüyle uyandım. İkaz edecek oldum. Ama -söz konusu çocuklar olunca bir kaplan kesileceğini bilememişim- adamın gözlerinden ateş saçılmaya başladı: "Çocuklar oynayacak tabii, bağlayamam ya!" Bir yandan kızdım; ama öbür yandan da adamın çocuklarına bağlılığı, onların mutluluğuna hasrettiği tutku, beni etkiledi. Çocuklarının üstüne titreyen bir baba. Sonra bende kalan baskın duygu da o bağlılık ve sevgi oldu zaten. Tatsızlığı unuttum.

O çocuklar işte. Bu yazıyı yazmadan bir gün önce. Balkondan bu defa bambaşka bir gürültüyle çıkageldiler. Adam, elinde vuvuzela çalıyordu. Saate baktım, tam 21:05. Vuvuzela. Şimdi vuvuzelanın territorial çağrışımlarını ve folklorik geçmişini unutun. Vuvuzelanın "dıııt-dıt-dıt-dıııt..." temposuna altı ve sekiz yaşındaki yumurcakların tuttuğu tempo aynen şöyleydi: "dıııpla-dıpladıplamayan taayip!" Ve adamın gayretleriyle, müşfik ve sevecen düzeltmeleriyle zar zor, bütün o saf, dokunaklı acemilikleriyle güç bela kotardıkları şu tempo: "Taaayip iddifa! Taayip iddifa!"

1994 müydü acaba? İsmet Özel'in Ankara'ya her gelişini kulaktan kulağa bir müjde gibi yaydığımız günler. Şili Büyükelçiliği'nden Gabriela Mistral ödülünü alacağı günler. Acaba bizim Siyasal Bilgiler'in koridor panolarına biz bu ödülün nesini, niçin asmıştık? Onu da hatırlamıyorum. O günlerde Doğu Perinçek, Abdullah Öcalan ile ilgili neyi desteklemek için İç Cebeci'ye gelip miting yapmıştı, onu da hatırlamıyorum. (Hatırlasam kaç yazar; hatırlayanlar neyi çözmüş de..) Ama Doğu Perinçek'in Abdullah Öcalan'a gül uzattığı o meşhur sahnenin, alanın mystique havasına uygun bir fresque gibi pankartlarla göklere yükseldiğini hayretle izlediğimi iyi hatırlıyorum. Tam hatırlamadığım bir şey daha var. O arkadaşlar, bizim okulun koridor panolarına astığımız "İsmet Özel – Gabriela Mistral" ilanlarına niçin saldırmışlardı? Niçin kavga etmiştik? Bilemiyorum, hatırlamıyorum, neyse. İsmet Özel, ödülü aldıktan sonra, evi olan bir arkadaşımızın evine gitmiştik hep beraber. Arkadaşımın, misafirperverlikte eski zarif usulün bir timsali olan pederi, herkesin gönlünü hoş etmişti gerçekten. Şimdi rahmetli oldu. Bir enerji kumkumasıydı. Heyecanı anında sarıp sarmalardı sizi. Basit, küçük bir bahaneden büyük bir coşku çıkarırdı. Bir ara, pamuklara sarıp sarmaladığı sevgili torunlarından biri yanına geldi. Dizlerine aldı onu ve birden, bir marş söyletmeye başladı. O zamanların meşhur bir marşı. Neyse. İsmet Özel, tam karşıda oturuyordu. Herkesin takdirini ve sevgisini kazanmış yumurcak, bir tek, karşısında oturan büyük şairin durgun bakışlarını aşamamıştı anlaşılan. Hava da çok geçmeden duruluverdi zaten. İsmet Özel, hala kulaklarımda çınlayan o cümleyi mırıldanıvermişti: "Bir çocuğun sevimli olması için çocuk olması yeterlidir.."

Peki, şimdi bu satırlara bakarken yüzünüzün asıldığını tahmin edebiliyorum. Şimdi de matrak bir hikaye. Yer Ankara- Demetevler. Yine o yılların bilindik mazlum, haklı ve alacaklı atmosferi içindeyiz. Ne programıydı bilmiyorum. Programdan önce sahneye üç-dört yaşlarında bir yumurcak çıkıyor. Söyleneni sahnede, mikrofonda tekrarlıyor. Az sonra, kulisteki ailesinin, gözyaşları içindeki çocuklarını teskin etmek için bin dereden su getirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Çocuk biraz durulur gibi olunca, annesi ne olduğunu, niçin ağladığını soruyor. Çocuk, hala korku içinde, zar zor anlatıyor: "Ben, tekbiy dedim, bütün amcalay bana bağıydı!"

Bilmiyorum. Sadece düşünmeye taşınmaya çalışıyorum. İlkokul kitaplarımızdaki "cennet" ezberi, onu hayal etmemizin önüne ne kadar geçerse geçsin, onu zihnimizde devletin resmi şırıngasıyla ne kadar şişirirse şişirsin, galiba bizim için, hepimiz için yine de çok güzel ve biricik olan "vatanımızın" yani harika Liberya'mızın birçok şeye ihtiyacı var. Birçok konuda titiz bakıma, alakaya ve şefkate ihtiyacı var. Ama çocuklarının zihinlerinin bu şekilde güdümlenmeye de var mı, emin değilim.

SON DAKİKA