Dün 28 Şubat Soruşturması için 'mağdur-sanık' sıfatıyla Ankara Adliyesi'nde ifade verdim. 27 Mayıs'tan beri yarım asırdır darbeleri ve darbecileri yakından takip ettim ve her zaman karşılarına geçerek açıkça, mertçe mücadele ettim. Darbelerde halkın üzerine yürütülen tankların üstüne çıkacağımı söylediğim için, milletim beni 28 Şubat'tan itibaren 'Tank Hasan' diye çağırdı.
Darbeci generallere karşı hukuk çerçevesinde kalarak en ağır sözleri söyledim ama onlara hiç hakaret etmedim; teknik tâbiriyle aslâ tahkir ve tezyifte bulunmadım. Orduyu muazzez, mübarek, mukaddes saydım ve 'peygamber ocağı' kabul ettim. Darbeciler tarafından en fazla haksızlığa uğratıldığım ve mağdur edildiğim zamanlarda dahi kırgınlığımı yüreğimde sakladım; müessese olarak 'ordu' ile 'darbeci'yi birbirinden ayırmasını bildim.
Büyük Türk Milleti de benim gibi yapmış, militarist vesayet ve darbe dönemlerinde üzüntüsünü içine akıtarak ordusuna toz kondurmamıştır.
'Göbeğini kaşıyan adam' diye alay ettikleri milletin kendi iradesine sahip çıkmasını bir türlü hazmedemeyenler, önce millete ve oyunu kullanan halka saldırdılar. Daha sonra da hızlarını alamayıp, demode 'irtica' tahriklerine kapılmayan ve darbecilere yüz vermeyen demokrasiye bağlı askerlere ve generallere sataşmaya başladılar.
Adam kalkmış, köpeğin ismini 'paşa' koymuş; sözümona makalesinde köpeğe 'Şu omuzunda parlayan ne?' diye soruyor ve generallere sinsince hakaret ediyor. Ya, binlerce avukatın güya temsilciliğini yapan İstanbul Barosu Başkanı'na ne demeli? Ordu'nun müdahale etmemesinden şikâyet eden bu fikir fukarası partizan, 'Biz zannettik ki ordumuz var(...) Artık TSK vesaire yerine Türk Silahsız Kuvvetleri var' diyebiliyor. Yani, hukuka ve demokrasiye bağlı olduğunu ilân eden TSK'yı yok sayıyor. Zira onun kafasındaki ordu, 'darbeci', 'muhtıracı', müdahaleci bir odaktır.