Yazarlar
08 Ağustos 2012

Nandu’nun payı

Yazarımız Mine Nartop'dan, Ramazan'ın bereketine ve paylaşım ruhuna atıfta bulunan bir çocukluk hatırası...

Yaşlıydı… Artık tek başına dışarı çıkamayacak kadar yaşlı… Yalnızdı… Akşamları biri kapısını çalsın diye bekleyecek kadar yalnız…

Yüz yaşını yıllar önce aştığı söylenirdi… Çok yaşamış, çok görmüş, bütün sevdiklerini kaybetmiş ve şimdi burada tek başına kalmıştı…

O artık evden çıkmayı düşünmeyecek kadar yaşamış, görmüştü… Bense evin dışındaki her şeye meraklı bir çocuktum… Onun dünyasının sınırları kapısının önünde bitiyor, benimki ise kapının önünde başlıyordu…

Zamanın bir yerinde yollarımız bir süreliğine kesişmişti… Çocukların ve güngörmüşlerin, takvimlerden azade, başka türlü akan zamanını yaşıyorduk ikimiz de… Bizim için yılların, ayların günleri adı yoktu. Zamanın döngüsü bizim için gündüz ve gece, ışık ve karanlık, yaz ve kış, sıcak ve soğuk, yağmur zamanı, çiçek zamanı, meyve zamanıydı… Ben de, Nandu da zamanı böyle sayıyorduk o günlerde…

Nandu kimsesizdi ama herkesin, bütün mahallelinin Nandusuydu… Bizim evin de… Evde yemek pişirilirken mutlaka "Nandu'nun payı" da eklenirdi tencereye… Bir şey alındığında "Nandu'nun payı" unutulmazdı… Annemle babam, her zaman özellikle de kandillerde, ramazanlarda ve bayramlarda önce "Nandu'nun payı"nı ayırırlardı. Onun payı gönderilmeden yemeğe oturulmazdı… "Nandu'nun payı"nı götürmekse benim o zamanki en önemli işlerimden biriydi…

Çok yaşlı olduğundan mı, yoksa yaşadığı yerden mi bilinmez öteki çocuklar biraz korkarlardı ondan... Bense merak ederdim…

Nandu'nun iki odalı, yarı harabe, küçük evinden akşamları sarı titrek bir ışık sızardı dışarıya… Gündüzleri hava iyiyse Nandu kapının önündeki sedirde otururdu… Ama daha çok camın kenarındaki yatağından dışarıyı seyrederdi…

Akşamüstleri "Nandu'nun payını" götürünce biraz ürkek, biraz meraklı çalardım kapısını… Bazı günler gelip kapıyı açması uzun sürerdi, bazen duymazdı, bazen de eğer o gün iyi değilse, bastonuna dayanarak kapıya kadar gelirdi…

Türkçe konuşmazdı Nandu… Beni görünce, kendi dilinde "Benim küçük kızım sen mi geldin?" der içeri alırdı… Yarı aydınlık, sarı lambalı, küçük pencereleri olan, eşyaları eskimiş odasının bir köşesine bırakırdım elimdekileri… Evin hali yüzünden küçük bir çocuktan bile utanırdı sanki…

FOTOĞRAF: ERKİN ÖN

Minnet dolu, kederli gözlerle bana bakar, yine kendi dilinde "Allah razı olsun." derdi…
Yüzünde o iç burkan gülümsemesi, zayıf ve titreyen elleriyle saçlarımı okşardı… Öyle bir bakardı ki… Bakamazdım onun o içinde minnetle kederin karıştığı, asırlık bir ömrün izlerini taşıyan gözlerine… Ağlamak gelirdi içimden… Ama ağlarsam, yanlış anlar, incinir diye tutardım kendimi…

Hemen gitmeyeyim, biraz yanında kalayım isterdi... Yanına, yatağın kenarına otururdum… Konuşmazdık bile… Orda olmam, yanında kısacık bir süre bile birinin olması onu sevindirirdi… Gözlerinde görürdüm… Ne kadar yalnız olduğunu hissederdim o vakitlerde…

Zaman akmaz dururdu sanki onun yanında, o anlarda… Aramızda bir asırlık zaman, orada öylece karşılıklı otururduk… Ben, Nandu ve aramızda onun ömür sürdüğü yüzyılık zaman…

Bazen neler yaptığımı sorardı… Bazen kalkıp alamadığı bir şeyleri kendisine getirmemi isterdi… Bazen bana birilerinin ona getirdiği şekerlerden, meyvelerden, kurabiyelerden verirdi… Onun odasında, onun yanında, onun kimsesizliğinin bu kadar içindeyken boğazım düğümlenir, hiçbirini yiyemezdim…

Yaşlılığı beni üzerdi… Kimsesizliği beni üzerdi… Çaresizliği beni üzerdi… Yalnızlığı beni üzerdi… Bir asırlık ömründe görmüş geçirmiş, acılar çekmiş, zamana ve hayata borcunu ödemiş, dünyaya kapısını kapatmış, elinde kalanlara, kimsesizliğine, yalnızlığına ve kaderine razı, artık gideceği zamanı bekleyen o hali beni üzerdi…

Bir vakit sonra onu kimsesiz ve tevekkül içinde yaşadığı evde bırakır, gözlerimde birikmiş yaşlarla dışarı çıkardım… Eve gidene kadar ağlardım… Kimselere göstermeden ağlardım… Nedenini bilmeden ağlardım… Nandu'nun gözlerini düşünür ağlardım… Saklar kimselere göstermezdim gözyaşlarımı… Neden ağladığımı anlatsam anlarlar mıydı? Nandu'nun gözleri yüzünden ağlıyorum desem, bilirler miydi?

Günlerden bir gün, Nandu artık yok dediler. İçimde bir yer öyle bir acıdı ki… Gözleri geldi aklıma… Minnet dolu ve kederle bakan, içinde koskoca bir ömrü, kimsesizliği, yalnızlığı saklayan gözleri… Koştum, koştum, koştum… Hem ağladım hem koştum…

Nandu'nun yaşadığı asrın kapanmasından ve şimdi içinde yaşadığımız, bambaşka bir isimle anılan bu yeni zamanın başlangıcından 12 yıl geçtikten sonraki sıcak bir ramazan akşamının iftar vaktinde, bu kubbeler, minareler ve ışıklar şehrinin, kadim tepelerinden birinin gölgesinde, akşam ezanları okunurken, yine Nandu'nun gözleri geliyor aklıma… Yine Nandu'nun gözleri yüzünden gözlerim doluyor…

Zamanın ve hatıraların aynasında Nandu'nun gözlerine bakıyorum bir kez daha… Bugün bile hala adını bilmediğim, sadece Nandu olarak hatırladığım bu yaşlı ve yalnız kadını artık benden başka hatırlayan var mı bilmem? Ama beni ben yapan onca çocukluk hatırasında "Nandu'nun payı" da elbet var ki hala hatırlıyorum onu... Onu ve gözlerini…

Öte aleme giden sevdiklerime bu ramazan akşamında ettiğim duaya usulca "Nandu'nun payı"nı da ekliyorum…

*Nandu, Kuzey Kafkas dillerinden olan Abaza/Abhaz dilinde büyükanne anlamına gelir.



Yazarın Önceki Yazıları

TÜM YAZILARI
SON DAKİKA