Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ÜLKÜ TAMER

Harbe oturanların öyküsü

Çocukluğumda Antep'te Halkevi'nin önünden ne zaman geçsem, kocaman taş yapının duvarlarındaki oyuklara ilişirdi gözüm. Biraz büyür gibi olunca öğrendim: Fransız şarapnellerinin izleriymiş meğer. Dokuz ay süren aç, susuz, cephanesiz bir direnişin anıları.
Kurtuluş Savaşı sırasında Antep savunmasını yürütenlerden neredeyse hiçbiri bu olağanüstü direnişten pek söz etmezlerdi. Sadece görevlerini yapmış kişilerin alçakgönüllülüğüyle geçiştirirlerdi savaşı. Sözgelimi babam... Camilerdeki kurşunları eritip tüfeklerinde kullanan, Mağarabaşı'nda işgalcilere silah sıkanlardan biri. İstiklal Madalyası'nı bile bir çekmecede saklardı. Ortaya çıkarmaktan utanır gibiydi.
Antep'e Antep denirdi. "Gaziantep", yazışmalarda, mektup zarflarında kullanılırdı.
Kimse övünmezdi. Şahinbey, Karayılan türküleri de olmasa biz çocuklar bu savunmadan habersiz büyüyecektik neredeyse.
İlkokulda müzik dersinde "Şirin nar tane tane"den sonra başlıyorduk söylemeye:
"Şahin'i sorarsan kırk üç yaşında / Süngüyle vuruldu köprü başında / Uyan Şahin uyan bak neler oldu / Sevdiğin Antep'e düşmanlar doldu..."
"Hışhışı hançer"
i "Karayılan" izliyordu.
Onlar bile onurlu bir direnişin ardından yakılan ağıtlar değil, sıradan türkülerdi sanki.

***

Eyüphan Erkul
'u ilk romanıyla, Haydi Düş Önüme Serçe'yle tanımıştım. Hatırlıyorum: Okumaya başladığımda ilk sayfalar tedirgin etmişti beni. Sanki metin hiç elden geçirilmemişti, "ilk taslak" durumunu koruyordu. Dağınıktı. Savruktu. Dil yer yer özensizdi. Çok özgün paragrafların arasında sıradan benzetmeler sırıtıyordu.
Ama kitabı okumayı sürdürdükçe bu yargım silinmeye başladı. Bu "kusur"ların, kitabın özüne yakışır bir anlatımı oluşturduğunu gördüm. Tedirginliğim geçti. Dili de, dağınıklığı da sever oldum.
Yazar, anlattığına uyumlu bir dil kullanıyordu.
Sevmiştim kitabı. Adı gibi sıcak gelmişti bana. Alçakgönüllü, içten, yalın.
Yeni yapıtlarını bekleyeceğim sanatçılar arasına biri daha katıldı diye sevinmiştim.

***

Dokuz yıl beklemem gerekiyormuş. İkinci romanı geçenlerde yayımlandı Eyüphan'ın: Karayılan.
Kitabı okumaya öncelik vermemin nedenleri vardı.
Eyüphan Antepliydi. Bir Antep kahramanını, Karayılan'ı anlatıyordu.
Daha önemlisi, "yeni yapıtlarını bekleyeceğim" dediğim bu yazar Düş Önüme Serçe'den bu yana nasıl bir gelişme göstermişti acaba?
İlk sayfaları okuyunca ürküntüm mutluluğa dönüştü.

***

Belgesel roman yazmak da "zor zanaat" lardan biri... Ya belgelere saplanıp kalınır genellikle ya da romancının düşgücü belgeleri bastırır, onların önüne geçer. Dengeyi tutturmak kolay değildir.
Picasso'nun ünlü sözü var hani... Balık resmini eleştiren kadına "O balık değil ki, resim" demesi... Ama belgesel romanda "o balık değil ki" denilemiyor; hem balığı göreceksiniz, hem romanı.
Eyüphan, Karayılan'da dengeyi ustalıkla sağlamış. Kitabı roman olarak okurken hem özgün bir sanatçının yaratıcılığına tanık oluyorsunuz, hem de yakın tarihimizin bir kesitine ilişkin bilgiler ediniyorsunuz.
Romanda sözü edilen kişilerin kimilerini ben yaştakiler tanımıştır. Doktor Shepard'dan Operatör Mecit Bey'e kadar. Ama kitapta ansiklopediden çıkıp gelmiş kişiler olarak değil, roman kişisi olarak beliriyorlar. Bu da Eyüphan'ın artılarından biri.

***

Kitabın dilini de çok sevdim. Eskiden akşamları "lüküs lambası" ışığında kahvelerde destan anlatanların uzantısı sanki.
Bir örnek vereyim:
"Hazreti Adem cennetten çıkmadan evvelki gün dut yemiş ve tırnağının arasına minicik bir çekirdek sıkışmış. Dünyaya gelirken, bilmeden getirmiş bu tohumu. Bu dut çekirdeği dünyaya geldikten sonra, Adem Efendimizin tırnağının arasından çıkıp, esen rüzgârla buraya savrulmuş, ese ese gelip Antep'e düşmüş, toprağa değdiği anda da yeşermeye başlamış. Bu nedenle 'Cennet Dutu' derlerdi bunlara. Kara kara, kocaman gözeneklerinden ballar salan meyveleri, senede dört kez açar, midesi kazınanlara unutamayacakları ziyafetler sunardı. Bu öyle lezzetli bir meyveydi ki, ticareti bile yapılamazdı. Eğer toplayanlar meyveleri çok yiyip çatlayıp ölmezse, tüccarların nefsine bir türlü hâkim olamamasından dolayı, oracıkta mideye indirilip bitirilirdi."

***

"Karayılan der ki harbe oturak / Kilis yollarından kelle getirek / Fransız adını bütün kaldırak"...
İlkokulda öğrendiğimiz türküydü bu. Barışçı, ama bağımsızlık söz konusu olunca gözü kapalı "harbe oturan"lardan birine yakılmış ağıt...
Eyüphan o ağıtı usul usul açıyor, "kahramanlık gösterileri" tuzağına düşmeden sergiliyor.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA