Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Maksim Gorki’den bir kısa öykü... “Aşkımın Değeri!..”

Pandeminin gösterdiği gelişme hemen moralleri etkiliyor.. Oysa yüksek moral, mücadelede en büyük silahımız. Virüsle mücadele edecek bağışıklık sistemimiz moralimiz ve kendimizi iyi hissetmemizle güçleniyor çünkü..
İşte size iyi pazarlar geçirtebilecek bir kısa öykü.
Maksim Gorki'nin "Aşk Rüyası ve Kısa Hikayeler" adlı kitabından naklettim.

***

On üç yaşlarındayken, çevresinde yaşadığım somurtkan insanlar arasında, ev sahibimiz olan kadının otuz yaşlarındaki kız kardeşine, delice aşık olmuştum. Bu, genç bir kız kadar düzgün vücutlu, Meryem Ana'yı andıran yumuşak bakışlı bir kadındı. Bu gözler, kadının yüzünü, şaşılacak kadar düzgün ve tatlı bir biçimde aydınlatıyordu. Bu mavi gözler, her şeye okşayıcı ve dikkatli bir bakışla bakıyor, kaba, ya da kötü bir şey söylendiği zaman kulakları ağır işiten insanlarda olduğu gibi, tuhaf bir biçimde büzülüyordu.
Sessiz bir kadındı. Yalnız gerekli şeylerden, sağlığından, kocasından, havadan, hizmetçisinden, papazlardan ve terzilerden söz ederdi. Ağzından, hiçbir zaman insanlar hakkında kötü bir söz duymadım. Her zaman sözde birisine çarpmaktan ya da birisiyle çarpışmaktan korkuyormuş gibi, davranışlarında ihtiyatlı ve kararsız bir şeyler vardı. Zaman zaman onun miyop olduğuna inanır gibi olurdum, bazen de bu sessiz kadının rüya içinde yaşadığını düşünürdüm.
Onunla alay ederlerdi. Bazen ev sahibi kadının odasında kendisi gibi şişman, hallerinden hoşnut, ağızları bozuk kadınlar toplanır, çok çay içmekten yüzleri kızarmış, likör ve Mader şarabından vücutları gevşemiş bir halde, birbirlerine, kocaları hakkında fıkralar anlatırlardı. Ev sahibi kadının kız kardeşi bu açık saçık sözleri dinler ve yanaklarının ince derisi utangaçlığın kızıllığıyla tutuşur, uzun kirpikleri yavaşça gözlerini örter, bütün vücudu, üzerine yağlı bulaşık suyu dökülmüş otlar gibi büzülürdü...
Bunu fark eden ev sahibi kadın;
"Aaa, baksanıza,"diye haykırdı, "Lipa kıpkırmızı oldu. Aman, ne gülünç kadın!"
Oradaki kadınlar ona çıkışırlardı;
"Ne oluyorsunuz kuzum?... Kız gibi..."



Böyle anlarda bu tertemiz kadına acırdım. Bu kadınların, bu açık saçık konuşmalarını, katlanılamayacak kadar ayıp sayardım. Bunlar yalnız açık saçık sözlerle değil ama gülümsemelerle, ağız dolusu kahkahalarla, anlamlı göz işaretleriyle de amaçlarını anlatırlardı. Bu, bende tiksinti ve korku uyandırırdı. Sarhoş kadınlar biraz da sülüğe benzerdi. Sıvacı ustalarından birinin, gerdanı katmerli, kocaman göğüslü, inek gözlü, iriyarı, kırk yaşlarındaki dul karısı özellikle korkunçtu. Bu kadın gülümserken kalın ve bıyıklı üst dudağını çok yukarı kaldırıyor ve bir sıra, sık keskin diş meydana çıkıyordu. Bulanık yeşil gözleriyse renkli bir ıslaklıkla örtünerek, öfkeli bir hal alıyordu.
Sarhoş bir zangoç sesiyle; "Bir koca, karısının kendisine açık saçık davranmasından hoşlanır," derdi...
Ona karşı çıkarlardı:
"Her koca değil!..."
"Hayır, her koca... Elbette böyle davranışlar zayıf bir erkeğin işine gelmez... Ama iyi bir erkek utangaçlıktan hoşlanmaz! Köylüler niçin sokak kadınlarıyla düşüp kalkarlar? Çünkü sokak kadınları bizden akıllı, bizden edepsizdirler.. Utangaçlık kızlara göredir. Kadınlar için utangaçlık bir engelden başka bir şey değildir.."
Hepsi onun gibi düşünmüyordu. Ama hepsi de onu övüyorlardı:
"Marya Iğnatovna, siz gerçekten de cesursunuz!..."
Sofra başında hizmet ederken bu konuşmaları duyuyor ve sevimli kadının bir kuğununkini andıran boynunun nasıl büküldüğünü, lepiska bukleler arasına gizlenmiş, ateş gibi yanan küçücük kulaklarını fark ediyor, parmaklarının çöreği nasıl kırıp ufaladığını görüyordum.
Delice, ağlayacak kadar ona acıyordum. Kadınlarsa katıla katıla gülüyorlardı.
"Ama bak, Lipa karışmam ha!..."
Arkadaşları arasında bulunmanın bu kadına katlanılamayacak kadar ağır geldiğine emindim. Ona yardım etmek gerektiği de benim için apaçıktı, Ama nasıl?...
Gerçi birçok kitaplar okumuş bulunuyordum. Ama bunlardan hiçbirinde, on üç yaşındaki bir çocuğun, kendisinden iki kat büyük bir kadına nasıl yardım edebileceği gösterilmemişti...
Talihsizliğe bakın ki, bu kitaplardan birinde şöyle yazılıydı:
"Aşk ne papaza, ne de şeytana acır, o yaş gözetmez, hepimiz onun kölesiyiz!"
Kadın-erkek ilişkilerinin kitap dışı olduğunu yaşıma göre çok iyi biliyordum. Ama kitaplar bana, başka bir takım ilişkilerin varlığına inanmanın kurtarıcı gücünü vermişti. Ve ben tanrısal, duygusal şeyler düşünerek ısrarla bunları hayal ediyordum. Her kadın ve her erkek için, yabani bir boğanın, asker Yerofeyev'in üstü başı didik didik, daima sarhoş ve hayasız bir kadın olan çamaşırcı Orina'nın tanıdığı ve bildiği anlamda bir aşk olmasına olanak yoktur.
Yaşamın kabalıklarını düpedüz görmek ve duymak istemeyen bu kalabalıklara varamayan sevimli kadına nasıl yardım edebileceğimi, gece gündüz durmadan düşünüyordum. Birtakım kahramanlık rüyaları görüyordum: Sırtında kırmızı bir kaftan, kalpağını yana yıkmış, kuşağı arasında bıçak bulunan genç ve cesur bir çete reisi olmuştum. Arkadaşlarım, kadının oturduğu evi yakmışlardı. Ben kadını kollarımın arasına almış, avluda, atıma doğru koşuyordum... Sonra yine bir başka kez, rüyamda, bir büyücü olduğumu, bütün şeytanların bana boyun eğdiklerini hem beni, hem onu görünmez bir hale getirdiklerini, ikimizin bir kar hafifliğiyle, mavi gökyüzünden mavileşen ıssız bir ovanın üzerinde; havada uçtuğumuzu, önümüzde çamların piramitleri arasında kar gibi beyaz bir ev durduğunu, evin ardına kadar açık pencerelerinden ovaya, bize doğru, sel gibi bir müzik aktığını, bu müzikten kalbimin durduğunu, müzikle dopdolu benliğimin de şarkı söylediğini gördüm.
Daha az mutlu rüyalar, korkunç karabasanlar da gördüğüm olurdu. Oysa rüyalar dışında sevgilim, herkesin yanından nasıl geçerse, benim yanımdan da aynı ihtiyatlı ve çekingen tavırla geçerdi. Bana öyle geliyor ki o, insanlara değip kirlenmekten korkuyordu. Bundan ötürü de başlıca kaygısı birine sürünmemekti. Herhalde kendisini büyük bir ısrarla izlediğimi fark etmiş olacaktı. Gözlerimle gözleri gittikçe daha sık karşılaşıyordu. Sonunda, eskiden, ona kapıyı açtığım zaman yanımdan sessizce geçerken şimdi, "Günaydın!" demeye başladı.
Tahmin edeceğiniz üzere bu selam vermenin anlamını genişlettim. Bu sözlerde, "Günün, yalnız benim için aydın olsun!" emrini görmeye başladım. Deli gibi seviniyordum. Tabii, senin için kraliçem; bu yaşamın bütün gücüyle, bütün kitaplarıyla, alınyazın tarafından böyle uygun görülmüş... Tabii senin için.!...
Bir gün bana;
"Sen niye böyle düşüncelisin?" diye sordu. Karşılık veremedim. Yüreğim durdu. Keyfimin yerinde olmadığını görüyorsa, demek ki benim aslında neşeli bir insan olduğumu fark etmiş bulunuyor ve demek ki beni seviyor. Bundan çıkardığım sonuç doğru değildi ama hoştu. Çıkardığım bu sonuçtan öylesine sevinmiştim ki, mutfağa koştum ve vefasızlığından, şuna buna yaltaklanmasından ötürü sevmediğim, tüyleri yolunmuş yaşlı kediyi öptüm.

***

Yaramaz Mart, tıpkı şımarık bir çocuk gibi, huysuzluk ediyor; kah yoğun bulutlar halinde ağır kar tüylerini yere yağdırıyor, kah birdenbire, gökyüzünde, parlak bir güneş tutuşturuyor ve bir saat içinde, ağaçların siyah dallarındaki tüyden çiçekleri eritiveriyordu. Seller, kar yığınları altından çıkarak şırıldıyor, suların erittiği karın, yere çökerken nasıl da nefes aldığı duyuluyordu. Telaşlı esmer bulut yığınları arasındaki mavi gök parçaları, her geçen gün biraz daha derinleşiyor ve genişliyor... Göklerin bu uçsuz bucaksız çukurlarına bakıldığı zaman, yaşayış daha kolay ve daha neşeli bir hal alıyor. Baharın ilk çiçekleri ilkin insanın ruhunda, ancak bundan sonra da kırlarda açıyor.
Ev sahibi kadın ağırca hastalanmıştı. Kız kardeşi, hemen her gün onu yoklamaya geliyordu. O evde olduğu zamanlar, her şey daha hoş, daha güzel bir hal alıyordu. Boyalı döşemelerin üzerinde, adeta patenlerle kayıyormuş gibi, iki yanına salınarak, beyaz ellerinde sirke ve su ile ıslatılmış havlular, limonata sürahileri olduğu halde, sessizce odadan mutfağa geçiyor, ben de onu seyrediyordum...
Bir gün, ellerini yıkadığı sırada, beni kitap okurken gördü ve sordu:
"Ne okuyorsun öyle?"
Kitabın adını söyledim.
"Çilekeş Varvara'yı okusan daha iyi edersin," diye öğütledi.. "O, senin annenin meleğidir."
"Sen de benim meleğimsin!" dedim.
Hatta iyi anımsıyorum, bunu ben kalın bir sesle söylemiştim. Söyler söylemez de, acaba darılır mı diye, kendi ataklığımdan korkmuştum. Ama kadın, bana bakmadan, "Kuzum, şu ibriğe biraz su koysana!" ricasında bulundu.
İncecik parmaklarını yıkadı, birbiri peşinden dikkatle kuruladı ve pencereden bakarak;
"Nasıl da eriyor!" dedi.
Evet, karlar güneşin sıcaklığı altında durmadan eriyor, saçaklardan, değerli taşların renkleriyle boyanmış olarak, adeta gümüş şeritler halinde, durmadan seller akıyordu. Benim yüreğim de gökkuşağı renkleriyle tutuşarak eriyordu...
Bir süre sonra ev sahibi kadının kocası mutfağa girdi. Uzun saçlarını sert bir biçimde sallayarak parmağıyla beni korkuttu:
"Seni yırtıcı hayvan!... Sen Olimpiyada'ya ne söyledin bakayım?"
"Onun bir meleğe benzediğini söyledim." "Evli bir kadına hiç böyle şey söylenir mi?"
"Ama kitaplar da söylüyor!"
"Evli kadınlara? O kitapları senin başına çalmalı. Bak, karışmam! Sen söylemeden de o, neye benzediğini bilir."
Ev sahibi kulaklarına kadar varan bir gülüşle sırıttı ve kayboldu. Benim biraz canım sıkılmıştı. Kadın benden niçin yakınmıştı? Yapmaması gerekirdi.
İki gün sonra mutfakta böğürtlen şurubu hazırlarken bana dönerek;
"Atak ve inatçı oluşundan yakınıyorlar," dedi. "Bu, iyi değil."
Ondan başka türlü bir davranış bekliyordum. Sinirlendim ve sordum: "Niçin, iyi değilmiş?"
"Bunu kendiliğinden bilmen gerek!" Bunun üzerine ben de aklıma geleni söylemeye başladım: Yanında kötü şeylerden söz ettikleri zaman susması iyi bir şey miydi?
"Böyle sözler duymaktan sıkıldığınızı görmüyor muyum? Hem siz ötekiler gibi misiniz? Onlar adi kadın... Sarhoş çamaşırcı kadından da beter..."
Uzun ve öfkeli konuştum. Kadın, masanın başında, şurubu süzerken eleğin üzerine eğilmiş bir halde ve ayakta, adeta bağırmaya hazırlanıyormuş gibi ağzını açarak, yuvarlak gözlerle bana bakıyordu. Yüzü tıpkı bir çocuk yüzünü andırıyordu. Elinde, balları damlamakta olan tahta bir kaşık tutuyordu.
Elindeki kaşığı bana doğru sallayarak, birdenbire;
"Hişt, dedi sus!...Ah sen yok musun?... Ya seni şikayet edersem?"
"Ne diye şikayet edeceksin? İyisi mi, gel seninle Volga'nın ötesine kaçalım!..". önerisinde bulundum.
"Neee?... Nereye?..."
"Volga'nın ötesine... Ormanlara... Şimdi artık bahara girdik, karnımızı doyurmakta zorluk çekmeyiz!..."
Peykenin üzerine ilişerek sordu:
"Ne diye gideceğiz?"
"Burada, onlarla oturmanın ne anlamı var?"
Elimden her şey geldiğini, yaşlanıncaya, ölünceye kadar ona hizmet etmeye hazır olduğumu, benimle olağanüstü iyi bir yaşam süreceğini kendisine anlattım. Güldü. Gerçi yüksek sesle gülmemişti ama gülüşü tümüyle yersizdi.
Gülmesi arasında;
"Aman Tanrım," diye söylendi.'Ne kadar da gülünçsün!... Hem bütün bunları...Nasıl da görebiliyorsun? Aman Tanrım, neler de icat ediyorsun!... Volga'nın ötesine gitmek... Ha..."
Gülmekten katılarak uzaklaştı. Ben de ahıra, odun yarmaya gittim.
Yarım saat sonra ev sahibi yanıma geldi:
"Bana bak kardeş," dedi. "Yaptığın delilik ve gevezelikler karımın kulağına gidecek olursa seni ben bile kurtaramam anladın mı?... Yoksa aklını mı kaçırdın nedir?"
Yalnız kalınca kendi kendime düşündüm;
"Ne kadar da kolay inanıveriyor. Her şeyi başkalarına söylüyor.!

***

Yortu gelmişti. Mavi gökyüzü, bahar uğultusuyla, çan sesleriyle, çıplak kaldırımların üzerinden geçen faytonların takırtısıyla, bahar bayramının sarhoş gürültüsüyle dopdoluydu.
Konuklara kapıyı açarken, sevgilimin içeri girip kendisine , "İsa dirildi!... diyeceğim anı, onun da, "Gerçek, dirildi!..." diyerek pembe dudaklarıyla beni üç kez öpeceği dakikayı sabırsızlıkla bekliyordum. Bundan sonra, belki de ben hemen oracıkta ölüverecektim. Ah, bir kez olsun beni bir öpse!...
Sarhoş ziyaretçilerin bu bayram bahşişleri, hiçbir zaman bugünkü kadar beni alçaltmamıştı. Bunları almamak elimde değildi. Yirmi kapiklik terli gümüş paralar avucumu yakıyor, bana bir funt (400 grama denk bir ağırlık ölçüsü) kadar geliyordu.
İlk inanan Hıristiyanlar gibi, kendimi, olağanüstü davranışlarda bulunmayı hak etmiş görüyordum. Hem gerçekten de bu, böyle değil miydi? Bir kadının ilk öpücüğü insan yaşantısında önemli bir olaydır.
İşte, sonunda kadın geldi. Mavi ipekliler giymişti. Omuzlarına da, boncuklu siyah bir pelerin atmıştı. Baştanbaşa bir çeşit sessiz hışırtı ve pırıltı içindeydi.
Tıkanarak;
"İsa dirildi!" dedim.
"Gerçek dirildi," karşılığını verdi ve durmadan elime, iri bir gözyaşı büyüklüğünde bir para sıkıştırdı.
Bu, eski, silik, tuğra tarafından delinmiş, on, kapiklik bir gümüş paraydı.
İyice duvara yaslanarak, siyahlı mavili kadının, basamak basamak nasıl yukarı çıktığını, sersemlemiş bir halde seyrettim. Ondan hemen soğumuştum. Bu on kapik, soğuk bir balta gibi, yüreğimdeki sevgiyi kesip atmıştı.
Akşama parayı, aşkımın bu değerini, çukurun içindeki bulanık kar suyuna fırlatıp attım.
Bu olaydan sonra daha pek çok kez sevdim ve daha pek çok eski, silik başka on kapikler aldım.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA