03 Aralık 2012, Pazartesi

Ayılana çikolata bayılana ZAZ

İstanbul'dan şu üç semti oyup çıkarsalar, bir dakika bile durmam. Çeker giderim! Hangileri mi? Beyoğlu, Fatih ve Kadıköy… Ya Nişantaşı? Ya Üsküdar? Hiç mi canım çekmez bir zamanlar sık sık yolumu geçirdiğim Yeşilköy'ü?.. Üsküdar, aslında Fatih'in haşarı çocuğu gibidir. Yeşilköy mü? Havası, ferahlığı, sükûneti… Biraz Kadıköy'le Büyükada'nın kardeşi gibi değil midir? Nişantaşı'na gelince… Birçokları Nişantaşı'nı sevdiğimi sanır. Hayır, pek sayılmaz! İnanmayacaksınız ama aylar sonra geçen hafta Nişantaşı'na uğradım. Şıktı, hafifçe kibirliydi, hatta üzerine sanki Cihangir sosu eklenmiş gibiydi. Ama yiğidi öldür, hakkını ver: Nişantaşı'na yağmur ve soğuk yakışıyor! Yoksa bahar hakkıyla geldiğinde orada duranların aklına şaşarım! Ver elini Bağdat Caddesi!

Nişantaşı City's'deki Limonata'nın atmosferi pek hoş… En güzel yanı ise cıvıl cıvıl bir görüntüsü olan tatlı barı! Lezzetlerine gelince… Merenglerini ve çikolatalı çubuklarını mutlaka tadın.

Biliyorum, asgari standartlardan yoksun uydur kaydırcılığın "butik" adı altında pazarlanması hepimizi bu sözcükten usandırdı! Hele "butik otel" lafı görünce insan kaçacak gibi oluyor! Ama iş "butik çikolata"ya geldiğinde, durun! Hele Nişantaşı'nda, Ihlamur Yolu üzerinde 13 numaradaki Marie Antoinette'in kapısını gördüyseniz, durmayın! Girin içeri! Baş döndürücü bir güzelliği var. Benim gibi yapın; derhâl kestaneli, portakallı, yaban kirazlı, aşk meyveli çikolatalardan karışık bir kutu yaptırın… Ve daha fazla oyalanmadan eve gidip onları kahve eşliğinde atıştırın. Göreceksiniz ki, o anda depresyon, melankoli, endişe, şu, bu... Hepsi kayboluyor!

Rimbaud'nun, Verlaine'nin, Baudelaire'in modası hiç geçmeyecek. Ama onlardaki ses ve ahengi Türkçeye taşıyan şairler hızla eskidiler. Neden? Üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu bu… Fakat sabırsızlıkla baharı beklerken kapımızı çalıveren kar bana Ahmet Muhip Dıranas'ı hatırlattı. Ne yazık, artık kimse onun şiirlerini okumuyor. Oysa mesela "Kar" şiiri ne içli ve güzeldir! "Beyaz dokusunda bu saf rüyanın/Göğe uzanır-tek, tenha-bir kamış/Sırf unutmak için, unutmak için ey kış!/Büyük yalnızlığını dünyanın."

Şu sıralarda sosyal âlemde ZAZ çılgınlığı hüküm sürüyor. Herkes birbirine bu Fransız grubunun şarkılarını gönderiyor. Özellikle de Je Veux ve Le Passant adlı şarkıları… Ömrü boyunca Fransızca şarkı dinlememeye yemin etmiş olanlar bile ZAZ'ın müziğinin ve solistleri Isabelle Geffroy'un sempatikliğine yenildiler. Bunda Isabelle'in geçmişte uzun süre sokak şarkıcılığı yapmış olmasının da payı var. Hani gelip geçenin gönlünü çalabilme becerisi dedikleri türden bir şey! Tabii sosyal âlem, gerçekten bir âlem! Baktım etrafa bu grubun şarkılarını, videolarını yağdıran bir genç kız, bir yandan da Ziynet Sali konserine gitmeye hazırlanıyor! Bize özgü bir sentez mi demeli, bilmem! Neyse… Babylon'cular ZAZ'ı getireceklerse eğer, konserlerine en azından iki gün ayırmalılar! Benden söylemesi!

Ya sinema? Sinemalardaki filmlerden biri olsun bu sefer ki Güzel Şeyler'e giremedi mi? Ne yalan söyleyeyim… Hiçbiri bir gece yarısı kalkıp DVD'ye koyduğum ve kimbilir kaçıncı kez seyrettiğim Tony Gatlif başyapıtı Vengo'nun yerini tutamadı.

Nilüfer Göle'ye kayıtsız kalmak imkânsızdır. İnsanı çok yönlü düşünmeye kışkırtır, klişeleri umursamaz, sosyolojik meselelere beklenmedik kapılar açar… Ayşe Çavdar'ın onunla yaptığı uzun söyleşi kitap olarak yayımlandı: "Mahremin Göçü."

17/03/11

SON DAKİKA