03 Aralık 2012, Pazartesi

Gecenin içinde kar aydınlığı!

Gücü hoyrat ve zalim biliriz hep! Oysa kendinden emin ve zarif olabilir güç! Gururlu fakat kibirden uzak olabilir! Hani hep diyorum ya, unuttuğumuz birçok derin bilgi ve beceriyi yeniden kavrayabilmek için işe hayvanlara bakarak başlamalıyız diye…

Zarif gücü, güzel isyanı, kırılgan uysallığı anlamak için atlara bakmak gerekiyor. Rahmetli Onat Kutlar bir şiirinde atın asla tamamlanmış bir resim olmadığını, etkisinin "sınırlarının tam çizilmemiş olmasından" kaynaklandığını; bir kişnemenin onu bir anda çavlana dönüştürebildiğini, alnında yıldızlar kaydığını anlatıyordu.

Steven Spielberg'le anlaşamıyoruz. Benim çok sevdiğim filmlerini o sevmiyor. Hatta lafı bile edilsin istemiyor. Oysa mesela "Azınlık Raporu"nu; en çok da o muhteşem filmi "Yapay Zeka"yı unutmam imkansız. Şimdi son filmi "Savaş Atı'na "sevgi filmi" diyorlar. Spielberg de bu filmini öyle görüyormuş! Oysa sevgiyi iliklerimize kadar sorgulayan ve hissettiren filmi "Yapay Zeka"dır. Ve kimse artık bu filmin sözünü etmiyor. Yazık! Neyse "Savaş Atı"na dönelim… Yetişkinlerin de gönlünü çalan basbayağı çocuk filmi! Bazı sahneler amatör resim sevdalılarının peyzajlarını andırıyor ya, onu da geçelim. Epik ve güzel sahneleri olan bir film. Ama net biçimde söyleyeyim; başroldeki at, filmden güzel!

Alper Görmüş'ün Aktüel'deki portreleri kitap oldu. Adı içeriğine bu kadar uygun düşen bir kitap az bulunur: "Hayat Bilgisi."

Televizyonlardaki yemek programları çeşit çeşit… Ben mutfağının bir köşesine taze biberiye, fesleğen, reyhan saksıları yerleştirmiş, rafına turşu kavanozları koymuş şeflerin programlarına ayrı bir dikkatle bakıyorum. Fakat en iştah açıcıları yöre mutfaklarını tanıtanlar oluyor. Bir öğleden sonra ekranda Antakya'da on çeşit oruk kebabı yapılışını izledikten sonra fırlayıp Aksaray'a gittik. O saatte işi gücü ayarlasak Antakya'ya da uçardık ya!.. Aksaray'da Hatay Kral Sofrası'na kurulduk. Pek hoşnut kaldık. Hele tabaktayken içi hafifçe açılıp nar ekşisi sosuyla tatlandırılan oruk ve finalde yediğimiz künefe muhteşemdi.

Karlı bir gece… Işıkları söndürüp panjurları kaldırdım. Karın ak ışığı dolunay gibi süzüldü içeri. Evi aydınlattı, sehpayı okşadı, koltukta oturdu azıcık, mutfağa doğru yürüdü sonra. DVD'den izlediğim Dr. Jivago filminin ekrandaki görüntülerini de sevdi galiba!

Altı yıl önce bu ay kaybettiğimiz Cem Karaca'yı analım mı? Ben Youtube'dan "Islak Islak" klibini açtım bile… Çok farklı, çok güzel be yahu! Ben bir de "Bu Son Olsun" şarkısını çok severim. "Bugün sen çok gençsin yavrum… Hayat ümit, neşe dolu… Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni…"

Ben bu İstanbul'u seviyorum! Salvador Dali buradaydı. Şimdi Van Gogh da geldi! Nişantaşı'nın, Tophane'nin, Galata'nın her köşesinde çarpıcı modern resim sergileri var. Daha ne ister bir sanatsever!

Julian Barnes metafiziği zayıf fakat varoluşsal konulara yaklaşımı incelikli ve esprisi yüksek bir yazardır. Şu sıralarda Anglosakson edebiyat çevrelerinde göklere çıkartılan son kitabı "Korkulacak Bir Şey Yok" bir haftadır elimden düşmüyor. Bir tür 60 yaş hesaplaşması. Ölüm korkusu üzerinden kaleme alınmış bir biyografi. Barnes, bir yerde Jules Renard'ın şu sözünü alıntılıyor: "Tanrı, bizim Tanrı'mıza inanmıyor." Durup düşünmek için çok ürpertici bir çağrı bu!

16-29 ŞUBAT 2012

SON DAKİKA