Son perde
Sinir bozucu boyutları da olsa aslında hayli ilginç bir diplomatik muharebeye tanık oluyoruz. Bunun tarafları yalnızca AB, AB üyeleri, Türkiye de değil. Her aktörün içindeki muhalif ve muvaffıklar da gelişmelere katkıda bulunuyor. Geniş bir perspektifle bakıldığında bir tür oyunun sonuna gelindi. 1999'da Helsinki'de Türkiye'ye aday statüsü verildiğinde belli ki oradaki siyasetçilerin çoğu Türkiye'nin bu işin altından kalkamayacağına hükmetmişti. Haksız da değildiler. Türkiye'yi içine kapamak isteyen, imtiyazlarını milliyetçi sloganların ardına saklanarak korumaya azmetmiş olanlar hala güçlüydü.
Tanıma meselesi... Toplumun taleplerini umursamayan, AB sürecinin Türkiye'de yaratacağı siyasi özgürleşmeden, devlet-toplum ilişkilerine getireceği demokratikleşmeden hazzetmeyenler bu süreci engellemeye baş koymuştu. Depremin ülkedeki içe kapanmışlığı kırması, ardından ekonomik krizin yöneticilerin itibarını iki paralık ederek meşruiyetlerini eritmesi direnci kırdı. AB sürecinden de yararlanan Türkiye'deki ilerici çevreler, ülkenin kabuğunu kırmasını, çağdaş uygarlık normlarına uygun hale gelmesini sağlayacak atılımların yapılmasına destek verdi. Ülkedekilerin refah üretebilmesi ve bunu daha hakça paylaşabilmesi için sürecin yararlı olduğuna kamuoyu hükmetti. AKP'nin bu süreçten yararlanacak olması gündemi cesaretle uygulamasını sağladı. AB muhalifleri Kıbrıs konusunda kamuoyunu aldatıp, Türkiye'nin çıkarlarına aykırı siyaset izletti. Her şeyi herkesten iyi bildiklerini iddia edenler, Rumlar'ın sıkıntılarını bilenleri dinlemedi. Rauf Denktaş'ın Lahey'de Annan planını reddetmesine destek verdiler. Sonra da bunun sonuçlarıyla ilgili olarak pişkince yalan söylediler. Halbuki o gün referandum yapılsa Rumlar belki de (hatta muhtemelen) gene hayır diyecek ve AB üyesi olamayacaklardı. Evet deselerdi o zaman da Kıbrıs Türkleri AB içinde olacaktı. Bugün tanıma meselesiyle uğraşılmayacaktı. Basına sızdırılan taslak, aslında 1999'da Türkiye'nin kolay hareket etmeyeceğini varsayanların hesaplarının boşa çıktığını gösteriyor. Türkiye büyük bir hızla en azından kağıt üstünde kendi üzerine düşenleri yaptı. Bundan sonra yeni bir Türkiye anlayışını sindirmesi ve hayli zorlu sürecek, can yakacak bir sürece hazırlanması gerekiyor. Kızıltepe'de öldürülen Ahmet Kaymaz ve 12 yaşındaki oğlu Uğur Kaymaz'ın davalarının örtbas edilmemesi ve hukuka uygun çözülmesi de bu sürecin bir parçasıdır. AB üyesi ülkelerin bir kısmında Türkiye, Türkler ve Müslümanlık aleyhindeki derin bilinçaltı da bu süreçte ortaya çıktı. Bu doğru. Ancak aynı süreç Türkiye'ye yandaş olanları da hareketlendirdi. Bir zamanlar Türkiye'ye en çok sıkıntı yaşatan kurum olan Avrupa Parlamentosu'nun Dış İlişkiler Komisyonu hazırladığı raporda Türkiye için özel statü seçeneğini reddetti. Uzun sürecek müzakerelerin üyelik için yapılacağını vurguladı.
AB'nin kader tarihi Bu bağlamda Türkiye'nin üyeliğine militanca karşı çıkan Giscard d'Estaing'in Financial Times gazetesindeki yazısı Türkiye karşıtlarının duruşu açısından hazin bir belgeydi. Yazıda sergilenen entelektüel acz, bir tükenmişliği simgeliyordu. İkna edici olamıyordu. Taslak aslında Türkiye'nin yolun sonuna geldiğini gösteriyor. 17 Aralık Türkiye'den daha çok AB'nin kader tarihi olacak. Bu aşamada Türkiye'yi red veya rencide edecek bir kararın AB'ye vereceği hasar da yüksektir. Sonuçta kabul edilemeyecek belki de tek konu özel statüdür. Bunu nihai karara sokmayan bir ifade tarzı Türkiye'nin müzakerelere başlamayı kabul etmesini sağlayacaktır. Bu aşamada marifet, stratejik hedefi gözden kaçırmayıp, sinirleri sağlam tutarak hedefe ilerlemek için gerekenleri yapmaktadır.
|