Alper Görmüş

21 Haziran 2013, Cuma

“Yenilenmiş portreler” için sunuş

Aktüel'de yayımlanan son Geçmiş Günler Geçmemiş Gündemler'de, bu yıl PTT 1'inci Lig'de ilk yarıyı altıncı sırada bitiren Çaykur Rizespor'u şampiyon yapıp Süperlig'e yükselten Mustafa Denizli'yle ilgili olarak kaleme aldığım kısa değerlendirmede şöyle yazmıştım:

"Aktüel için altı yıldır portreler yazıyorum... Onlara dönüp baktığımda, bazılarını kısmen değiştirmek arzusu duyuyorum... Hatta dergi yönetimine bazı eski portreleri yeniden yazmak gibi bir teklif götüresim bile var; düşünüyorum... Mesela Mustafa Denizli portresi, onlardan biri..."
Teklifimi yaptım, kabul gördü.

Yani bundan böyle zaman zaman eski portrelerin yenilenmiş halleriyle (de) karşınızda olacağım.
Bu sayıda Bülent Arınç, sonraki sayıda Mustafa Denizli...

Hak verilen sözleri dahi "üfleyerek" telaffuz edilen bir siyasetçi... Kemiksiz dili başına az bela açmadı... Fakat dilsiz siyasetçiler cennetinde, dili eşek arılarına havale edilen bu türden siyasetçilere eşek arılarından çok biz yurttaşların ihtiyacı var.

2008'de kaleme aldığım portresi, zaman zaman çamlar da deviren kemiksiz diline dizilmiş bir methiye niteliğindeydi.
İkinci bir tema olarak da, bilhassa gençlerdeki "Bülent Arınç nefreti"ni ele almış, bu nefreti hiç anlayamadığımı savunmuştum.
"Methiye"min arkasındayım... Fakat hiç kimsenin öngöremediği "Gezi ruhu"nun bir anda çıkagelip masamızı tıklatmasından sonra, iktidar partisinin en fazla öne çıkmış figürlerinden birinin, bilhassa gençler arasında bir tür "nefret objesi" haline getirilmesini şimdi anlayabiliyorum.
Şöyle yazmıştım 2008'de:

"Yaş ortalaması herhalde 20'yi, 25'i geçmeyecek blog yazarlarını, sözlük yazarlarını okuyorum, gördüğüm şu: Bu âlemde Bülent Arınç kadar nefret toplayan ikinci bir kişi yok! Ve onu nefret objesi haline getiren asıl şey de dilinin kemiksizliği, icabında kendi partisinin başkanına bile karşı durmayı göze alabilen aykırılığı… Çok hata yapsa da, çok çam devirse de, doğru bildiğini bazen çok provokatif bir dille ifade etse de, gençlerin Bülent Arınç gibi birine 'sus artık' diye tempo tutmasında ben hiçbir 'ilericilik' göremiyorum. Bunları okudukça, şöyle bağırmak geliyor içimden: Susturma, susturdukça sıra sana gelecek!"

2008'de okuduğum blogları, sözlükleri (şimdi artık Twitter da var) yeniden gözden geçirdim... Gördüğüm şu: Bülent Arınç nefretinde herhangi bir azalma yok. Anlaşılan, öfkeli anlarına dair yaptığı şu savunma da bir işe yaramamış:

"Ben kızdığım zaman çok kötü şeyler söyleyebilirim. Çünkü ben basit, yani alelade insanlardan bir tanesiyim. Ama çok yükseklerde olan insanlar da, tepkilerini başka türlü ortaya koyabilirler. Küçük bir kitapçık fırlatır, ondan da bir kriz çıkabilir."
Arınç bu sözleri sarf ettiğinde sade bir milletvekiliydi... Bu kıyaslamayla da, ağzından çıkan her sözcükle milyonlarca insanın kaderini etkileyebilen "büyük" insanların büyük sorumluluğuna işaret ediyordu.

Gezi Parkı olaylarıyla ilgili olarak Başbakan'ın sert üslubuna dair yorumu kendisine sorulduğunda verdiği cevap, "alelade" ve "büyük" insanlara dair değerlendirmesine hâlâ sadık olduğunu gösteriyordu.
"Hepimiz üslubumuzla sert ve kırıcı olabiliriz. Öfkeyi de bunun içine koymak mümkün olabilir. Doğru olan yöneten insanların üslupların çok daha yapıcı ve kucaklayıcı olmasıdır."

O dille "yöneten" olmanın zorlukları

Peki, "alelade bir insan"ken sergilediği kızgınlıklarının, öfke patlamalarının benzerlerini sorumlu, "büyük" insan olduğu dönemlerde de sergilemesini nasıl açıklayacağız? O değil miydi, "yöneten insanların üsluplarının çok daha yapıcı ve kucaklayıcı olması" gerektiğini savunan?
Ben bu halini 2008'de, onun gibi ağzına geleni söylemeden duramayan bir karakterin "yöneten" konumundaki kaçınılmaz uyumsuzluğuyla açıklamaya çalışmıştım:
"Bülent Arınç'ın son beş yılı, dizginsiz-çağlayan bir dille iktidar konumunun asla uyuşmayacağını bir kez daha gösterdi bize. Bülent Arınç gibi insanlar, işgal ettikleri 'sorumlu mevki'ler dillerine ket vurdukça hırçınlaşıp huzursuzlaşırlar ve kendilerini tutamadıklarında da patlamalar halinde konuşurlar. Bu tür insanlar kişisel huzurlarını ancak muhalefette bulurlar, ki orası aynı zamanda toplumsal yararlarının da zirvede olduğu yerdir. Oradayken, kimsenin söyleyemediği şeyleri daha rahat söylerler, bir buzkıran gibi çalışırlar."

Tevazusu, gizli kibrinden mi?
Aşırı tevazuda bazen büyük bir kibrin gizlendiğine dair yaklaşımlara ben de katılıyorum. Fakat Bülent Arınç'ın "alelade bir insanım" sözlerinde tevazu değil kibir arayanlara katılamam.
İnsanın ahlaken (de) çok zaaflı bir yaradılışı olduğunun bilinciyle, kendisini kibre karşı sürekli uyardığını, sürekli alarm durumunda tuttuğunu düşünüyorum. Bence son olaylarda kendisini ve partisini kibre karşı uyarabilmesinde, kibre karşı kendi içine yönelik mücadelesinin büyük bir rolü var.
Gezi Parkı gerginliğinin zirvede olduğu bir anda Akabe Vakfı tarafından düzenlenen, katılımcılarını dindarların oluşturduğu bir toplantıda yaptığı konuşma, yalnız kibre karşı bir uyarı niteliğinde değildi... Bu çok önemli konuşma, herkesin kendi hayatında, kendi dünyasında özgürce yaşaması gerektiği imasıyla, Başbakan'ın son dönemdeki kendisinde "doğru" hayat modelleri belirleme hakkı gören haline de bir uyarıydı:

"Böyle bir toplantı Türkiye'nin de içinde bulunduğu ortamda ne ifade ediyor diye aklıma geldi. Düşününüz ki hemen İstanbul'da biraz ötede başka duygular içinde olan topluluklar var. Onlar da kendilerince tatmin oluyorlar. Sloganları var, sosyal medyadan paylaştıkları var. İnandıkları yaşam tarzı içerisinde onları mutlu eden olaylar var. (...) Ama biz buraya geldik, burayı tercih ettik. Buradan hepimizin alacağı çok büyük dersler var. Günlük meşgaleler içerisinde, bugün kulluk vazifelerimizi hatırlayabilirsek hepimiz için dünya ve ahret saadetine vesile olacak. Olayları anlamak için buna ihtiyacımız var. Birilerinin bizi uyarması, silkelemesi lazım. Ne yapıyoruz, nasıl yapıyoruz? Her yaptığımız işin veya yapamadıklarımızın hesabını vermek çok önemli."

"Maslahat" mı gözetiyor?
Başbakan'ın "doğru"yu tespit etme ve "herkesin iyiliği" için bu "doğru"yu empoze etme hakkını kendinde gördüğü ataerkil anlayışa temelden karşıymış görünen bu yaklaşım hiç kuşkusuz çok değerli... Bunun, Bülent Arınç gibi iktidar partisinin içinde son derece etkili bir figürden sâdır olması ise önemini katlıyor.

Peki, acaba inandırıcı bulunacak mı bu yaklaşım? Hiç şüphesiz "Bülent Arınç nefreti"ni paylaşan büyük bir çoğunluk Ahmet Hakan'ın 2011'de kaleme aldığı Bülent Arınç değerlendirmesini esas alacak ve bu sözleri inandırıcı bulmayacak... Hakan, Arınç'ın sarf ettiği "Hayat seks ve içkiden ibaret değildir" cümlesinden yola çıkarak şöyle yazmıştı:

"Hepimiz biliyoruz ki... Bülent Arınç, eskiden de hayatın seks ve içkiden ibaret olmadığına inanıyordu. Fakat bunu ifade etmekten imtina ediyordu. Çünkü o günlerde meyve henüz olgunlaşmamıştı. Çünkü 'maslahat', gözetilmeliydi. 'Maslahat' deyip geçmeyelim. Şiilikte 'takiye' varsa, Sünnilikte de 'maslahat' vardır. 'Maslahat' şöyle bir şeydir: 'Şartlar el vermiyorsa gerçek düşünceni sakla'. Ya da şöyle bir şey:

'Her şey her yerde her zaman söylenmez'. Ama şartlar değiştiğinde... İşin rengi de değişir. Sözün kısası...
Bülent Arınç eskiden 'maslahat gözetiyordu', şimdi buna gerek duymuyor."
Benim düşüncem: Velev ki Ahmet Hakan 2011'de haklı olsun... Fakat ben 2013 Haziran'ının, "maslahat"la bu ülkenin idare edilemeyeceğini Bülent Arınç'a da gösterdiğini ve onun zihninde de devrimsel bir değişikliğe yol açtığı kanaatindeyim.
Umarım Ahmet Hakan değil ben haklı çıkarım.
Çünkü bu ülkede muhafazakârlar ataerkil zihniyet dünyasından demokrat zihniyet dünyasına kaymadıkça "kültür savaşları"ndan gözümüzü alamayacağız.

SON DAKİKA