İdris Kardaş

İdris Kardaş

10 Ekim 2018, Çarşamba

Operasyon: Kaşıkçı

Kasım 2017'de eline tutuşturulan kağıdı sesi titreyerek okuyan ve istifa ettiğini açıklayan Lübnan Başbakanı Hariri, konuşmayı yaptığı Riyad'a alelacele çağrılmıştı. İstifa ettikten sonra günlerce kendisinden haber alınamadı. 21. yüzyılda 2017 yılında bir ülkenin başbakanı kaybolmuştu. O dönem krizi yerinde görmek için Beyrut'a gitmiş ve şehrin her yerinde "Seninleyiz Hariri" posterleriyle karşılaşmıştım. Muhalefetiyle iktidarıyla herkes Başbakanlarına yapılan bu muameleyi lanetliyor, dönmesi için Suudi Arabistan'a çağrılar yapıyordu. Lübnan Başbakanı Suudi Arabistan'da rehin tutulmuş ancak Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un Riyad ziyaretinde arabulucu olmasıyla 17 gün sonra serbest kalıp ülkesine dönebilmişti.

Cemal Kaşıkçı olayını yaşadığımız bugünlerde hatırlatmak gereği duyduğum bir gelişmeydi bu. Bir ülkenin başbakanını rehin alan zihniyetin, fikirlerini beğenmediği bir gazeteciye neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyor insan.

Kaşıkçı olayında elimizde olan bazı yeni bilgileri birlikte irdeleyelim.

Yanlış bilinen bir bilgiyle başlayalım.

Kaşıkçı evlilik işlemleri için İstanbul'daydı ve resmi belgelere ihtiyacı vardı. Gerekli belgeyi belgeyi önce Vaşington'daki büyükelçiliğinden istemişti. Ancak bunu telefonla yapmıştı. Telefonda konuştuğu Vaşington'daki büyükelçilik yetkilileri onu halihazırda bulunduğu İstanbul'daki başkonsolosluğa yönlendirmişler. Basında bu konu, Kaşıkçı'nın ABD'de büyükelçiliğe gittiği şeklinde yer aldı. Ancak aileden ve yakın dostlarından edindiğim bilgi bu belgeyi telefonla istemiş olduğuydu. Bu neden önemli? Çünkü eğer ABD'de olduğu halde büyükelçilikten bu belgeyi alamayıp İstanbul'a yönlendirilmiş olsaydı o halde olayın içinde ABD'nin olduğu yada en azından bilgisi olduğunu düşünebilirdik. Bu, yine de mümkün. Ancak kesin diyemiyoruz. İkinci olarak, Kaşıkçı eğer bilinçli bir şekilde İstanbul'a yönlendirilmiş olsaydı, o halde operasyonun büyük kısmı Türkiye'ye karşı da yapılmış olacaktı. Yine de Türkiye hedef alınıyor diyebiliriz ama Kaşıkçı'nın belgeleri İstanbul'daki konsolosluktan alması olağan akışa ters bir durum değil. Dolayısıyla Türkiye'yi merkeze almanın şu an için bir gereği yok.

Gelelim başka bir yeni bilgiye. Kaşıkçı ilk kez konsolosluğa gittiği 28 Eylül'de evrakların hazırlanması için yeniden gelmesi gerektiği bilgisiyle karşılanıyor. Bu süreçte Kaşıkçı bir toplantı için Londra'ya gidiyor. Haftasonu yani 29 ve 30 Eylül'de Suudi Konsolosluğu tarafından, tam olarak hangi gün geleceği sorusuyla aranıyor, net bir geliş tarihi isteniyor Kaşıkçı'dan. Bunun birkaç sonucu var. Öncelikle Kaşıkçı'dan net bir tarih istenilmesinin en önemli nedeni operasyon yapılacak günün netleştirme çabaları olduğu görülüyor. İkinci olarak anlaşılıyor ki operasyon yapılmaya Kaşıkçı'nın konsolosluğa ilk gidişinden sonra karar veriliyor. Eğer öncesinden böyle bir karar verilmiş olsaydı, ilk görüşme esnasında kendisine net bir randevu tarihi verilir, bu konu Kaşıkçı'nın insiyatifine bırakılmazdı. Üçüncü sonuç ise, bu aramalar ve net bir randevu tarihinin verilmemesi operasyon yapan ekibin neden otelde 4 günlük rezervasyon yaptıklarını açıklıyor. Kaşıkçı, konsolosluğa gideceği tarihi netleştirmiş, operasyon ekibi de buna göre yola çıkmış ama Kaşıkçı tarafından olası bir erteleme olursa operasyon ekibi otelde kalışını birkaç günlük opsiyonlu yapmış. Konsolosluk tarafından ısrarla net bir randevu tarihi istenmesi, Kaşıkçı'ya yapılacak operasyonun tarihini netleştirmeye yönelik olduğundan, kaybolmasıyla Suudilerin birebir irtibatlı olduğu görülüyor.

Gelelim Kaşıkçı'ya yönelik operasyonun Suudiler tarafından gerçekleştirildiğine elimizdeki bilgilere kısa kısa değinelim. Bunlardan biri, az önce bahsettiğim gibi Kaşıkçı'nın konsolosluk tarafından ısrarla aranarak net bir geliş tarihi istenmesidir.

Bir diğer bilgi, Kaşıkçı'nın konsolosluğa giriş görüntülerinin olması ama buna rağmen çıkış görüntülerinin olmamasıdır. Tüm ısrarlara rağmen Suudiler böyle bir görüntüyü veremiyorlar. Zira yok.

Suudilerin bu operasyonu yaptıklarının başka bir kanıtı, konsolosluktaki Türk çalışanlar ile konsolosun evindeki Türk çalışanlara Kaşıkçı'nın kaybolduğu gün izin verilmesidir.

Suudilerin bu operasyonu yaptıklarının bir diğer kanıtı; Kaşıkçı'nın ortadan kaybolduğu gün iki özel uçağın İstanbul'a gelmesi, uçaktakilerin bir kısmının otelde 4 günlük rezervasyon yaptırması (bunun nedenini yukarıda izah etmeye çalıştım), her iki uçağın aynı gün konsoloslukta bulunması ve her iki uçağın da aynı gün geri dönmesidir.

Türkiye bu süreci gayet başarılı bir şekilde yürütüyor. Zira her açıdan büyük krizlere ve imaj açısından da problemlere yol açabilecek bir operasyona karşı hamleler üretmek durumundayız. Şu ana kadar bunu başardığımız çok açık görülüyor. Şöyle ki;

Geçtiğimiz Pazar gecesi Reuters bir haber yayınladı. "Türk yetkililerden elde edinilen bilgilere göre Kaşıkçı, konsolosluk binasında öldürülmüş" haberi tüm dünyada büyük bir etki yarattı. Daha sonraki günlerde Kaşıkçı'nın konsolosluk binasına girdiği fotoğraf Washington Post gazetesinin internet sitesinde ilk kez yayınlandı.

Gazeteci arkadaşlarımızdan bazıları buna tepki gösterdiler. Türkiye'de yaşanan böyle bir olayın bilgileri neden Türk medyasına değil de uluslararası medyaya veriliyor diye sitemler okuduk bol bol. Ancak şu net ki, bu bilgilerin uluslararası medyaya verilmesi, konuyu uluslararası bir hale getirdi. Kaşıkçı'nın ortadan kaybolmasının Türkiye ile hiçbir ilgisi yoktu. Suudi ve Körfez medyası günlerdir konuyu Türkiye'ye bağlayıp, Türkiye'nin gazeteci ve düşünce insanları için güvensiz bir ülke olduğunu işliyorlar. Bizim bu meseleyi uluslararasılaştırmamız, tüm dünyanın meselesi haline getirmemiz bu açıdan önemliydi. İlk Türk medyasıyla paylaşılsaydı, konu Türkiye'nin bir meselesi halinde kalırdı. Bunun bizim medya kuruluşlarının yeterliliği ile ilgisi yok. Süreçteki ikinci kritik hamle, Kaşıkçı'nın konsolosluk içinde öldürülmüş olma ihtimalinin en başta verilmesiydi. Bu da iki açıdan etkili bir hamleydi. Hem ölüm haberinin vuruculuğuyla tüm dünyanın dikkatleri bu konuya yöneldi hem de Suudi yönetimine yönelik dünya kamuoyunda bir baskı ortamı oluştu. Bugünlerde ABD Başkanı, AB liderleri, BM ve diğer tüm uluslararası kuruluşlar Suudi yönetiminden bir cevap bekliyorlar.

Suudi ve Körfez ülkelerinin medyaları olayın en başından beri Türkiye ile ilgili bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. "Türkiye güvensiz bir ülke" algısını yani. Türkiye'de de bu algının oluşması için çaba sarf edenler var. Her açıdan dokunulmazlığı olan ve bu dokunulmazlık 1963 tarihli Viyana sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmelerle korunan başka bir ülkenin konsolosluk binasında meydana gelen hadiseden kendi ülkesini sorumlu tutanlardan söz ediyorum. Bunların en acı olanı ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu'nun açıklamaları oldu. "Biz nasıl bir ülkeyiz, bir gazeteciyi koruyamıyorsan…" diye başlayan konuşmasını hayretle dinledim. Ülkeyi yönetme iddiasında olan bir siyasi partinin liderinin, bu barbar operasyonu yapan Suudi medyası gibi Türkiye'ye saldırmasına diyecek sözüm yok. Gerçekten de çok acı bir tablo bu.

SON DAKİKA