Selahattin Yusuf

28 Şubat 2013, Perşembe

Barış Süreci, “335’inci sayfa”nın sırrı ve önderlik

Bazen birçok insan, hatta yığınlar, halk, bir sürecin başarıya ulaşması için ortaya bir irade koyarlar. Ama gerçek irade çoğunlukla "335'inci Sayfa"da ne yazdığına bağlıdır. Şimdi "335'inci Sayfa" ilk defa Türkiye'nin önünde bir imkan gibi duruyor.

Onu bütün dünya "Gulag Takımadaları" romanıyla tanımıştı. Hayatı boyunca SSCB yöneticileriyle başı dertteydi. Dünya görüşü olarak, Puşkin'den beri gelen edebi-siyasi damarı (Gogol-Tolstoy-Dostoyevski) sürdürmüştü. Yani genel olarak Rusya'nın varlığını metafizik bir ilkeye bağlıyordu. Bir memleketin "eksiltilemez gerçekliğini" hissetmeden, o memleket üzerine konuşmanın renkli nafileliğine kapılanlardan değildi. SSCB'nin tuttuğu yolun gelenekten ve ruhtan yoksun tabiatını, öfkeli bir kasırga gibi yerden yere vuruyordu.

Aleksandr Soljenitsin 1973 yılında "Sovyet Liderlerine Mektup" yazdıktan kısa süre sonra ülkesinden çıkarıldı. Bu broşür ilk kez 1974'te Paris'te basılmış. Harika bir tesadüfle, bir sahafta buldum onu. Ama Giritlioğlu'nun çevirdiği metnin Türkçe basım tarihi belli değil. Önemli de değil zaten. O yıllarda Çin-ABD gerginliği meşhur "ping-pong diplomasisi" ile aşılmıştı, biliyorsunuz. Kissinger-Nixon ziyaretleriyle olay tatlıya bağlanmıştı. Türkiye kamuoyu soğuk savaş deyince hep ABD-SSCB arasındaki soğuk savaşı bilir. Oysa SSCB-Çin arasındaki soğuk savaş, hele Çin'in ABD'yle barışmasından sonra, SSCB açısından hep hayati olmuştur. (Bu gerginliğin yarattığı dalgaların bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çeşitli çalkantılara sebep olduğunu herkes iyi bilir. Yine sizler iyi bilirsiniz ki bu çalkantının "tarafları" geçtiğimiz günlerde "Sinop-Samsun" hatt-ı müdafaasında göğüs göğüse gelip cenk eylediler. Ama bu ayrı bir konu. Parantez içinde parantez: Acaba ayrı bir konu mu gerçekten?)

Ünlü romancı Soljenitsin'in mezkur mektuplarındaki fazladan paniği belki biraz da SSCB-Çin arasındaki bu tehlikeli gerginliğe bağlamak gerekir. Ama yine de şaşırmadan edemiyor insan. Bir buçuk ay sonra ülkesinden kovulacak olan yazar, "Rusya"sının içi iğdiş edilmiş güzel başını, bir daha asla göremeyeceği kızı gibi ellerinin arasına alıp öpüyor sanki. Kokluyor, seviyor, okşuyor. "Dinlemeyeceksiniz, biliyorum" diyor SSCB liderlerine hitaben. Ama yine de uzun uzun yazıyor, eleştiriyor, didiniyor, ikna etmeye çalışıyor.

Sibirya'nın atıllığından, rejimin sapkınlıklarına, katliamlardan buğday rekolteleri rezaletine, ekonomiden dine kadar her konuya el atıyor ve bağırıp çağırıyor. Haklı bile olsa, şiddetten peşinen nefret ediyor ve ürküyor. Nükleer çalışmanın vahamet olduğunu söylüyor. Bir de "Çin ile savaşmayalım, mahvoluruz" diyor. Hayır demiyor, mektuplar boyunca, ikide bir sözü döndürüp dolaştırıp oraya getiriyor.

Bu Çin meselesiyle ilgili olarak, bir mektubunda söyledikleri dikkatimi ayrıca çekti. Diyor ki; "En az on beş yıldan beri sizlerle Çin liderleri arasında 'İlerici Dünya Görüşünün Babalarını' kimin daha doğru anladığı, anlattığı ve devam ettirdiği konusunda bir tartışma sürüp gitmektedir..." 1973 yılında Çin ve SSCB arasında bir savaş çıksaymış, Soljenitsin'in tahminlerine göre 60 milyon civarında insan ölecekmiş. Ünlü yazar, mektubun bir yerinde iki ülke arasındaki tarihi gerginliğin trajikomik zeminini, bakın nasıl bir metaforla anlatıyor: "... 60 milyon yurttaşımızın, 'kutsal gerçek, düşmanlarımızın iddia ettiği gibi Lenin cildinin 335'inci sayfasında değil; fakat 533'üncü sayfasındadır' gerekçesiyle ve sadece bunun için ölümüne göz yumacak mısınız?"

Soljenitsin, söz konusu mektuplarının bir yerinde Stalin'i de ağır sözlerle yâd ediyor. Stalin'in, İkinci Dünya Savaşı'nın netameli günlerinde ideolojinin çürük ve kaypak bayrağına güvenemeyerek onu bir yana bıraktığını, aziz tasvirli eski Rus bayraklarına sarıldığını; ideoloji bayrağını ancak savaş zaferle sonuçlandıktan sonra "naftalinden çıkardığını" söylüyor.

Yaptığı tercümeler, yazdığı kitaplar ve yaptığı konuşmalarla, bu coğrafyanın kadim yetimleri olan Kürt -kızmayın- kardeşlerimizin dertlerini biraz daha görünür kılan bir yazar anlatmıştı. Yıllar önce Kürt hareketinin teşkilatlarında birdenbire bir "ekoloji" akımı başlamış. Her yerde ekoloji ile ilgili kitaplar, konferanslar, toplantılar varmış. Herkesin dilinde "ekoloji" kavramları, elinde de "ekoloji" kitapları! "Kurtuluş teorileri" o yıllarda dönüp dolaşıp "ekoloji"ye dayanır olmuş. Arkadaşımın bir fıkra anlattığını filan zannedip gülümsemiştim. Ama o gayet ciddiydi. Ve sonunu şöyle bağlamıştı: "Sonraları anladık. İçeride Abdullah Öcalan'ın kitap edinme kotası varmış. Galiba zararsız diye, ekoloji kitaplarının kendisine ulaşmasına cezaevi yönetimi pek ses çıkarmıyormuş..."

335'inci sayfamızda bu defa da "Ekoloji" maddesi vardı yani. O arkadaşım o günlerde, bir taraftan benim gibi Türklere dil anlatmaya çalışıyordu; bir yandan da Kürt hareketinin şiddet yoluyla ifadesine karşı samimi memnuniyetsizliğini ifade ettiği için ölüm tehdidi alıyordu. Tıpkı Kemal Burkay gibi. Tıpkı diğer -henüz- öldürülmemiş şanslı PKK muhalifi Kürt aydınlar gibi. O yüzden ismini saklamak isterim ve saklayacağım. Ama siz isterseniz ona kısaca "Soljenitsin" diyebilirsiniz. Ki, daha doğru ismi de budur zaten.

Umberto Eco, ünlü romanı "Gülün Adı"nda harika biçimde anlatmıştı bu "335'inci Sayfa" meselesini. Bazen birçok insan, hatta yığınlar, halk, bir sürecin başarıya ulaşması için ortaya bir irade koyarlar. Ama gerçek irade çoğunlukla "335'inci Sayfa"da ne yazdığına bağlıdır. Şimdi "335'inci Sayfa" ilk defa Türkiye'nin önünde bir imkan gibi duruyor. Hayırlı olsun bakalım.

SON DAKİKA