Tahsin Sami

12 Aralık 2012, Çarşamba

Hanutçu kimdir?

'Hanut' nedir bilir misiniz? Ya da kime 'hanutçu' denir?


Türk Dil Kurumu'na bakarsanız, hanut argo bir kelimeymiş ve 'hizmet karşılığı olarak özellikle turist kafilelerini alışveriş etmeleri için belirli dükkânlara götürme işinden alınan yüzde' demekmiş. Hanutçu da bu yüzdeyi cebe indiren kişi.


Evet, sevgili dostlarım. Hanut argo bir kelimedir ve komisyoncu ticaret erbabını ima eder. Ama hanutun argodaki tek karşılığı bu değildir. Hanutçuluğun en âlâsını gazeteciler bilir.

Bendenizin ömrü gazete ve mecmualarda geçti. Oralarda bulunduğum süre boyunca kimse aslında ne iş yaptığımı bilemedi. Mesleğe sonradan başlayanlar, köşeli gözlüklerime ve yazı işleri toplantılarındaki bilgiç baş köşe oturuşlarıma aldanıp beni 'usta' belledi.

Gazetecilik güzel bir meslek azizim. Başka iş dallarında olmayan birçok avantası var. Kaç para maaş aldığınız önemli değil. Maaşınız olmasa bile lüks otellerde kalıp, lüks restoranlarda yemek yiyebilirsiniz. Bunların parasını da gazete ödüyor zannetmeyin. Kim mi ödüyor? Şöyle izah edeyim.

Malumunuz geçen sene Balçiçek kızımızla ilgili bir münazara oldu. Bu güzel kızımız Somali'de insanlar açlıktan kırılırken Kenya'ya safariye gitmiş. Kızcağıza demediklerini bırakmadılar. Ben bu Balçiçek'in ilk gençliğini bilirim. Elimde büyüdü diyeceğim ama olmaz. Ele avuca sığmaz bir deli kızdı.

Kimileri Balçiçek'e hücum etti, kimileri onun tarafını tuttu. Ama saldıranlar da savunanlar da bir soruyu unuttu: Kendi parasıyla gitmediğine göre bu kızılca kıyamette onu Kenya'ya götüren kimdir? Bu kurumun Kenya'yla işi nedir?

Balçiçek haklıydı ya da haksızdı; bizim işimiz değil. Bana sorarsanız bu kızımız da sistemin kurbanı. Nasıl mı? Çok önemli bir kavrama dikkat çekerek başlayalım: basın gezisi.

Basın gezileri gazeteci olmanın başlıca ayrıcalıklarından biridir. Elinizi cebinize atmadan dünyanın dört bir yanını dolaşırsınız. Afra atarsınız, tafra satarsınız; kimse de size 'hık' diyemez. Niye mi böyle? Anlatacağım ama meseleye evveliyatından başlayalım.

Efendim! Çok sevdiğim bir İngilizce tabir vardır. 'Cut the middleman' denir. Yani avantacıdan kurtul. Mal sahibiyle doğrudan irtibat kur. Millet bunu yaparken biz tuttuk komisyonculuğu meşru bir müessese haline getirdik. Eller Mersin'e biz tersine.

Her şey birdenbire oldu. Zamanın devrinde yerden pıtrak gibi PR şirketleri çıkmaya başladı. Bu şirketleri kuranların, buralarda çalışanların çoğu öyle ya da böyle 'eski gazeteci' .

Büyük şirketlere, holdinglere gittiler ve dediler ki 'Ne kadar harika işler yapıyorsunuz ama kendinizi anlatamıyorsunuz. Bu nankör medya sizin kadrinizi kıymetinizi bilmiyor. Ama siz üzülmeyin. Biz onlara bildirmesini biliriz. Hem siz böyle kirli işlerle uğraşıp elinizi niye kirletesiniz. Verirsiniz bize üç beş kuruş, biz hallederiz.'

Büyük müesseslerin de acayip hoşuna gitti bu teklif. Olaya şöyle bakın. Farzımisal bir gazeteye tam sayfa ilan verip 100 lira para harcıyorsunuz. Gazeteyi eline alan vatandaş ilanınıza şöyle bir bakıp sayfayı çeviriyor. Neticede onun bir reklam olduğunu biliyor. Onun yerine bu PR'cılara 50 lira veriyorsunuz. Onlar sizin namıhesabınıza gazetecileri gezdiriyor, dolaştırıyor, yediriyor, içtiriyor, eğlendiriyorlar. Bu eğlencenin en keyifli anında da kulağınıza şöyle bir laf fısıldıyorlar: 'Bak ne güzel gezdik, dolaştık, eğlendik; şirketimiz sağolsun. Bildiğiniz gibi holdingimiz, firmamız çok kamu yararına işler yapıyor, ürünler üretiyor. Eee, artık bunlara köşenizde, sayfanızda bir yer verirsiniz.'

Sen de ey sevgili okur. Koyun gibisin. Her gördüğüne, her duyduğuna inanıyorsun. Açıyorsun gazeteni. Bakıyorsun güzel mi güzel bir yazı var. Öyle ballandıra ballandıra anlatılmış ki hemen kalkıp tanıtılan ürünü almayı ya da anlatılan mekâna gitmeyi planlıyorsun.'

Yani ne oluyor sonuçta. Patronlar 100 lira yerine 50 lira harcıyor. Gazetecilere 40 lira masraf yapılıyor. 10 lira da PR'cılara kalıyor. Üstelik kuru bir reklam değil övgü dolu yazılar, makaleler yayımlanıyor.

Efendim, bu işin pek çok boyutu var. Sözgelimi bu PR şirketleri çok uyanık davranırlar. Sorumlu oldukları şirketleri bir torbaya doldururlar. Seni, diyelim ki, A holdinginin gezisine götürürler ama sana B holdingi hakkında yazı yazdırırlar. Gazetecileri mütemadiyen borçlandırırlar ve Godfather filminde olduğu gibi bir gün sana işlerinin düşeceğini kaşla gözle anlatırlar.

Gazeteci milletinin bir kısmı bu sarmala girmez. Zaten onlar bir sonraki geziye çağrılmazlar. PR'cıların yeşil kaplı bir defteri vardır. Orada yazılı isimlerin yanına not düşülür: huylu-huysuz, uyumlu-uyumsuz.

Bu iş bazen o kadar çığırından çıkar ki bazı meslektaşlarımız kendi içlerinde çeteleşirler. PR'cı bir kız filanca yazarı arar. 'Efendim, şöyle bir gezimiz var. Gelmek ister misiniz?' O yazar, kendisini arayan kıza sorar: 'Falanca gazeteden kim geliyor? 'Kız saf saf cevap verir: 'Biz şu kişiyi düşünmüştük.' Yazar küplere biner: 'Şu kişi mi? Onun da sohbeti çekilmiyor canım. Siz en iyisi bu kişiyi çağırın.' Bir de bakmışsınız; bu kişiler, şu kişiler her yerde birlikteler. El ele vermiş dünyayı turluyorlar. Sadece turlasalar iyi. Bir de orada burada çektikleri fotoğrafları facebook sayfalarına yüklüyorlar.

Bu PR'cılar yok mu? Onlar işini bilir. Hizmetinden memnun kaldıklarını nerelere, nerelere tatile gönderirler.

PR'cılar piyasanın kara kutusu gibidirler. Sağa sola götürdükleri adamların, kadınların en rezil hallerini ve huylarını bilirler. Kendi aralarında onlarla ağız dolusu eğlenirler. Ama dümen bozulmasın, gemi karaya oturmasın diye bu sırları açık etmezler. Bunları da başka bir yazımızda anlatalım.

İlk cümledeki soruya dönecek olursak… Sanırım şimdi anladınız 'hanut'un ve hanutçunun ne olduğunu.


SON DAKİKA