Selahattin Yusuf

03 Aralık 2012, Pazartesi

Türkiye şimdi neyi “çevreleyecek?”

Hep söylüyorum, yine söyleyeceğim. Türkiye, bir periferi ülkesidir ve gidişatı da bu şartlarla belirlenmiş, yol haritası, işaret ve işaretçileri önceden formüle edilmiştir. J. M. Keynes'in bulduğu "harika" bir ekonomi formülü için arkadaşları itirazda bulunmuşlar bir gün. "İyi de" demişler bıyık altından gülümseyerek, "bu formülü uzun vadede işletemeyiz, o zaman ne yapacağız?" Keynes gayet sakin, cevap vermiş: "Uzun vadede dostlarım, hepimiz ölmüş olacağız!"

İşte buyurun. Kenan Evren için biraz daha sabırlı olsaydık, teorisi mükemmelen işlemiş olacaktı. Uçaklardan Doğu illerine atılan ayetler (ki bence gerçek bir uçak kazaları silsilesidir), az kelimeli, güdük ve tutarsızlıklar amblemi Anayasa, bütün o konuşmalar, genelgeler, ipleri uzun bırakılmış -yüreğim yetmeyecek; tırnak içine alacağım- "dini" özgürlükler ve daha birçok şey. Elinde sadece güvenlik çekici olanın, on yıllar boyunca karşılaştığı her sorunu sadece çivi olarak görmesinin küçük, acınası bir tutarlılıkla kendine yeterli teorisi!

Hep söylüyorum, yine söyleyeceğim. Türkiye, bir periferi ülkesidir ve gidişatı da bu şartlarla belirlenmiş, yol haritası, işaret ve işaretçileri önceden formüle edilmiştir. Biz, bizden daha büyük hikayelerin leithmotifiyiz. Rüzgarlarda sallanıyoruz. Savruluyoruz bazen. Ağırlığımız, özgül ağırlığımız, ancak köklerimizin toprağın derinliklerine girdiği yerde durabilmemize yetebildi şimdiye kadar. Ama bu köklere karşı zaman zaman nefret-tiksinti derecesinde duygular besledik ve onlara saldırılarda bulunduk. Biz, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'nin -mesela- "Containtment Policy" (Çevreleme Politikası) rağmına bir şey yapacak, bir özgünlük ortaya koyacak durumda değildik. Hiçbir zaman da yapamadık bunu. Özgünlüğümüzün ne olduğunu, birbirimizi yara bere içinde bıraka bıraka tartışmaktan başkası gelmedi, gelemedi elimizden.

Benim en sevdiğim yazarlardan biridir Sabahattin Ali. Dünya görüşüne rağmen, başucumdadır. Türkiye II. Dünya Savaşı'nın gidişatı 1943'ten sonra, 1939-1943 arasındaki gibi seyretmediği için öldürülmüştür. Bugünlerde fotoğraf sergisi var Caddebostan'da. Twitter'dan mesaj yazdım. Tan Matbaası'nı CHP bastı, Sabahattin Ali'ye olmadık kötülükler, işkenceler ettiler, sonra da öldürdüler ve şimdi de resim sergisini açıyorlar, diye. Kadıköy Belediye Başkanı da salim bir üslupla, nazikçe cevapladı: Geçmişin yaralarını bir yerden sarmaya başlamamız lazım diye. Tek bir örnek bu. Ve bana kalırsa, bu ülkenin bütün iç kanama tarihi -gözden düşene beslediğim ilginin namuslu ve içli tazyikiyle ve korkmadan yazıyorum- "Dış mihraklar" ve onların içerideki işbirlikçileri tarafından tezgahlandı. Ama benim adlandırmamda bir sağlık işareti yok mu? Ben "mihrakların" ortalama eşgalini veriyorum: Biz, ABD ve Avrupa bir yerleri "çevrelemek" istediğinde hep kanama geçirdik, enfeksiyon geçirdik, spazm geçirdik, havale geçirdik. Geçirdiğimiz hastalıklar hep bir program olarak, bir anayasa olarak, bir baba yasa olarak, hatta bir "silkiniş" olarak yutturuldu bize.

Hiç kimse uzun vadede öleceğini hayal etmenin şehvetinden kurtulamadı. Hiç kimse bu ülkenin ciddi bir ülke ve bu milletin ciddi bir millet olduğuna inanmadı. Tanzimat-Islahat-Meşrutiyet-İttihat-Terakki (bu kavramların aynı anda hem yenilgiyi; hem de sözüm ona zaferi aynı anda ima ettiğini gözden kaçırmayalım) treni geçtiği yerlerdeki kökleri kopardı ve toprağın üstüne koydu. Kurumaya terk etti. Tanzimat Fermanı'nın, İngilizlerle yaptığımız Baltalimanı Anlaşması'ndan yalnızca 1 yıl sonra okunduğunu çakmayacağımızı düşünmüş olacak ki, meşhur hatip, sözlerine şöyle başlamıştı: "Dünyanın en münbit topraklarına sahip olan ülkemiz, Allah'ın izniyle on yıl içinde görülmemiş bir kalkınma içine girecektir..."

Tutmadı formül, hayır. Ve maalesef uzun vadede öleceğinin feci biçimde farkındaydı adam.

Aslında bu yazının altına imza olarak Nikolai Vasilievich Gogol yazabilmem mümkün olsaydı ve bir gözümün İspanya tahtında takılı kaldığına sizleri inandırabilseydim, şunu daha rahat ve korkusuz söylerdim: Türkiye'nin en büyük gücü fiziği değil; metafiziğidir. Türkiye'nin en büyük gücü -artık kendi topraklarının üstünde kurumaya ve ufalanmaya terk edilmişkökleridir. Asıl kuvveti odur. Bizi savrulmaktan da, üçüncü sınıf bir periferi ülkesi olmaktan da, bir yerleri çevirmenin basit cihazı olmaktan da, çit olmaktan da, çubuk olmaktan da kurtaracak olan şey odur.

Ama bakın bakalım etrafınıza. Yeni Türkiye'nin yeni dindarları da dahil; kim inanıyor formüldeki hatanın gerçekten de hayati bir hata olduğuna!? Ve sonsuzluk için (de) biriktirilmeyen hiçbir şeyin bizi gerçekten neşelendiremeyeceğine kim inanıyor, artık? Türkiye'nin en büyük gücü fiziği değil; metafiziğidir. Türkiye'nin en büyük gücü -artık kendi topraklarının üstünde kurumaya ve ufalanmaya terk edilmiş- kökleridir. Asıl kuvveti odur.

1-14 MART 2012

SON DAKİKA