Selahattin Yusuf

04 Aralık 2012, Salı

Kaddafi bu kadar vahşi değildi ama!

Gecenin bir saati, televizyonunuzun altından bir kızıl kan ipliğin çıkıp halıya kadar uzandığını gördüğünüzü düşünün. Sonra aşağıda biriktiğini, göllendiğini düşünün. Ürperirsiniz, değil mi? Ayağınızın kenarıyla yanınızdakine dokunursunuz değil mi ağzınız bir karış açık? Aklınıza ilk gelen şey ne olur peki? Televizyonunuzun servisini aramayı mı düşünürsünüz? Sanmam. Televizyonunuzun tamamen kullanılamaz hale geldiğini düşünüp vaz mı geçersiniz? Neden mi soruyorum bunları? Çünkü televizyondaki ölümleri bu kadar fazla ve sık görmenin bizim insanlığımızı kemiklerine kadar, temellerine kadar, kirişlerine kadar, demirlerine kadar yıprattığını düşünüyorum. Eğer büyük bir dikkat, hatta rikkat ve yürekle takip edemiyorsak televizyonu, o bizi azar azar ele geçiriyor demektir. Eğer bilinçle ve duyguyla direnemiyorsak, yavaş yavaş ölüyoruz demektir.

Belgesel kanallarını izlemeyi oldum olası severim. Ama son yıllarda başka bir sebeple daha sevdiğimi fark ettim. Orada vahşi hayvanlar makyaj yapmıyorlar. Rol yapmıyorlar. Öldürdükten sonra fotoğraf çektirmiyor, demeç vermiyorlar. İnternet sitelerine propaganda bildirileri göndermiyorlar. Öldürdükleri canlı üzerinden mesaj verme kaygısı gütmüyorlar. Kiralanamıyorlar. Fıtratlarının haricinde -mesela siyasi, askeri, ekonomik veya başka bir sebeple- türdeşlerini öldürmüyorlar. İnsan gibi değiller yani!

Bir tek sırtlanlar ve timsahların öldürme alışkanlıkları berbat. Emperyalistleri andırıyorlar. Mesela aslan ve genel olarak kedigiller, iyi avcılar. Öldürmek istedikleri hayvanın boğazına yapışıyorlar. Nefes borusunu sıkıp, bir an önce öldürüyorlar ve sonra temiz temiz yemeye başlıyorlar. Ama timsahı, bir ceylanın bacaklarını canlı canlı parçalarken, veya bir sırtlan sürüsünü, bir bizonu daha ayaktayken yemeye başladıklarını görürsünüz.

Epeydir kafama takılıyor. Neden Orta-Batı Avrupa ve Kuzey Amerika hariç, dünyanın her yerinde ölümler çok kolay ve çok vahşi hale geldi? Hayır, dünyanın zaten oldum olası hali bu, diyebiliriz. Diyemiyoruz. Çünkü "iyi" örnekler önümüzde duruyor. Beyaz coğrafyada bir insanın ölmesi, gerçek anlamına çok yakın bir tarzda cereyan ediyor. Ama dünyanın geri kalanında böyle değil. Neden? Neden oralarda liderlerin sadece -en fazla- siyasi hayatları ölebiliyor; ama başka coğrafyalarda, buralarda kendileri de ölmek zorunda kalıyor. 70 yaşında bir insanın vücudu, nasıl oluyor da -hem de Allahüekber nidaları arasında- yerlerde sürükleniyor, çırılçıplak soyuluyor, işkence ediliyor, cesedi rezil ediliyor, fotoğraf çektiriliyor, tırmalanıyor, çekiştiriliyor. Nasıl?

Yeni Libya'nın çapı maalesef çok küçükmüş. Çok darmış. Ömer Muhtar Meydanı'na davet ettikleri İtalya Genel Kurmay Başkanı'nından -iki hafta önce- özür dileyecek kadar da alçaklarmış. Ömer Muhtar vaktiyle İtalyan faşizminin -dünya tarihinde ilk defa insanları öldürmek için uçak kullanan ordusuna karşı- atıyla ve kılıcıyla direndiği için! O kadar ki, İtalyan general bile mahcup oldu. Kem küm etti adamcağız. Bunca vahşete karşı bunca yalakalık; ve Kaddafi'nin cesedine karşı bu kadar büyük bir saygısızlık: Nasıl olabiliyor?

Çünkü Beyaz coğrafyanın dışındaki ıssız çöllerde televizyon seyredilmiyor. Ölümün ve vahşetin ekranı, sahnesi, temsili yok: Ölümün bizzat kendisi oralarda evlere, oturma odalarına girmiş durumda. İnsanların ayakları kan içinde. Ölüm karşısındaki bu pervasızlığın, bu saygısızlığın ve uyuşmuş vahşetin başka bir açıklaması yok. Ve son bir söz. Bir devletin büyüklüğü, vurup kırmasında, öldürmesinde değil; tahammül ettiklerinde gizlidir. Yeni Libya, 69 yaşındaki bir cesede tahammül edememiştir.

27/10/11

SON DAKİKA