Selahattin Yusuf

04 Aralık 2012, Salı

Rasim Ozan Kütahyalı, retorik ve barika-i hakikat

Rasim Ozan Kütahyalı'yı birkaç yıl önce tanıdım. Ülke TV'de Meksika Sınırı'nı yapıyorduk. Koridorda karşılaştık. O da yeni yeni boy göstermeye başlamıştı ekranlarda. Sevmiştim. Televizyon konuklarının dillerinin altındaki baklaları çıkarıp çıkarıp masanın üstüne koymaya bayılıyordu. Düz gidiyor, "menzile" tez varıyordu. Benim hiç tarzım değildi gerçi bu. Ama ona yakışıyordu. Hem gündem de çoğu zaman o doğrudanlığı kaldıran, dahası, gerektiren konularla dolu oluyordu. Benim tarzım hiç olmadı, evet. Çünkü ben bu konuda Wittgenstein'ın tembihini dinlemeye uzun yıllar önce karar vermiştim: "Filozofları birbirleriyle retorik koşusunda yarışırken görseydim, onlara tavsiyem şu olurdu; ağırdan alın.." Ama Rasim ağırdan mağırdan almıyordu. Basıyordu kalayı. Bağırıyordu. Çağırıyordu.

Rasim'le dostluğumuz çabuk gelişti. Öyle ki, bu yazıyı mesela ben şimdi yazıyorum ya, o alınmayacak. O derece yani. Telefonda bağıracak. Sanki sesi bana kablo marifetiyle değil de normal fiziki yollardan ulaşması gerekiyormuş gibi bağıracak ve bu satırlara ekler yapacak. Bazı yerleri çıkaracak. Sonunda da güzel naifliğiyle kapatacak telefonu.

Bismillah diyelim o zaman. Bunu başta Rasim anlayacaktır. Ona ve hepimize söylüyorum. Bir soru soruyorum önce: Düşünce tarihinde "retorik" ne zaman ortaya çıktı? Bilebildiğimiz kadarıyla eski Yunan'da. Bir grup sofist filozof, retorik yapmaya başladılar. Kendilerine de retorikçi (hitabetçi) dediler. Platon'un ağır eleştirilerine maruz kalmış olan bu filozoflar, M.Ö. 5. yüzyılda, Yunanistan'da oldukça ünlenmişlerdi. Yaptıkları şey, aşağı yukarı bugünkü avukatlığa benziyordu. Felsefenin devasa yükünü, büyük dilini ve kıvrak zekâsını o zamana kadar mutat olan "hakikati araştırmak" uğrunda değil; bir somut amaç (ve maalesef bazen de çıkar) uğrunda kullanmaya başladılar. Platon şiddetle eleştirdi onları elbette. Dedi ki retorikçiler felsefenin düşmanlarıdırlar. Hayır, düşman değillerdi; sadece düşünmenin kendisini araçsallaştırmışlardı. Retorikçiler, felsefenin kendi kendinden umudu kestiği bir anın içinde kalmışlardı. Hakikat susuzluğunun giderilebileceğinden umudu kesmişlerdi. Böylece sonsuzluk için biriktirilebilecek bir şey olmaktan çıktığında, ilhamdan arınmış bir sürelilik, kötü bir dünyevilik ele geçirdi bilgiyi. Bilgi o zaman sadece ve sadece dünya için var olmaya başladı. Hakikat için müracaat edilen bir şey olmaktan çıktı; dünya için "kullanılan" bir araç olmaya başladı. Retorikçiler hızla filozofluktan esnaflığa doğru yol aldılar. Güzelliğin kanı çekildi. Dünyadan dışarılara bakmanın tarifsiz nefaseti öldü. Yıldızları ve çiçekleri aynı anda hayal etmenin imkânları, ikisini de beyhude gören anlayış marifetiyle boğuldu, susturuldu.

Günümüzde siyasi tartışmalar, hakikat kaygısını dışarıda bırakmadan yürütülemezmiş gibi yapılıyor. Bilerek ve isteyerek yüzeyselleştiriliyor bu tartışmalar sanki. İnternet sitelerinin "tıkölçer" cihazları, bu yüzeyselliği takip ediyor, yakalıyor, büyütüyor ve alkışlıyor. Retorik, giderek hakikatin yerine geçiyor. Diyafram kaslarının gücü, giderek beyin ve vicdan safiyetinin yerini alıyor. İlham ölüyor; hazırcevap serpiliyor. Sohbetin güzelliği ölüyor; minibüs kavgasının afiyet kaçırıcı albenisi giderek alevleniyor.

Bu çok önemli olmazdı belki. Ama televizyon maalesef çok önemli artık. Kamuoyunu yönlendiriyor. Gereksiz ve önemsiz bir ayrıntı değil. Giderek hayatımızın tek önemli algı-kurucu öğesi haline geliyor.

İşbu metni, sevgili arkadaşım Rasim için, onu şikâyet etmek için yazdım elbette. Kime? Ona. Yine kendisine şikâyet etmek için. Çünkü Rasim, bu meseleyi aramızda en iyi anlayacak olanlardan birisidir. Bence "ağırdan almanın" lezzetini de bilir. Ve şunu da bilir ki; "Barika-i Hakikat müsademe-i efkârdan" filan doğmaz. Hakikat müsademe-i efkârdan (fikirlerin çarpışmasından) daha da çok parçalanır, ufalanır ve küçülür.

18/08/11

SON DAKİKA