Mahalle mahalle dolaşan ramazan davulcusunun manileri, yorgan altında kıpır kıpır beni de çağırsınlar diye beklenen sahur yemekleri… "Sen küçüksün tekne orucu tutarsın" diyen ninemizin sesi… Nerede çocukluğumuzun ramazanları? diye başlayan cümleler. Geçmişte yaşadığımız her şeyi özler olduk!
Ramazan ayı ilk çarşıya pazara gelirmiş…
En başta hurma, zeytin, ille de tulum peyniri, rengarenk reçeller, bal-kaymak, ramazan ayının olmazsa olmazı pastırma, hoşaflık, şerbetlik kuru kayısı, erik; böreklik, baklavalık bir de mis gibi tereyağlı-cevizli pişecek ev eriştesi kesmek için un, baklavanın şerbetini kaynatmak için şeker, güllaca koymak için gül suyu. Ramazan ayı gelmeden iki üç hafta önceden başlarmış hazırlıklar. Tatlı bir telaş sararmış her yanı… Bir ay boyunca pişirilecek yemekler, iftar sofrasına davet edilecekler, sonra bayram sabahı kahvaltısı, bayramlıklar, hediyelikler derken uzar gidermiş "yapılacaklar" listesi…
Anadolu mutfak kültürünün en güzel örnekleri sunulurmuş ramazan ayında kurulan sofralarda.
Erzurum'un ayran aşı çorbası, tadından yenmeyen kadayıf dolması; Malatya'nın analı kızlı köftesi; Gaziantep'in Beyran Çorbası; Mersin'in Sini Köftesi; Ankara'nın meşhur Ankara Tavası, İzmir'in Sütlü Böreği… İftarda ağırlanan konuklar için hazırlanırmış en güzel yöre yemekleri! Eş-dost, konu-komşu yesin diye kurulurmuş en güzel sofralar! Dargınları barıştırıp, uzun zamandır birbirini göremeyenleri bir araya getirirmiş, fakir-fukarayı bir ay mutlu edermiş "ramazan sofraları"
Eski ramazan günlerine ait adetlerden birisi de Osmanlı Dönemi'nde uygulanmış olan "diş kirası" verme alışkanlığı: O dönemlerde ramazan ayının on beşinden itibaren sarayda, zengin konaklarında ramazan sofraları kurulup, ev sahiplerinin en yakınlarından, mahalle komşularına, fakir fukara halka kadar davetli-davetsiz herkes bu sofralarda iftar yaparmış. Birlikte oruç açılıp, iftar yapıldıktan sonra davete gelenler ayrılırken keseler içinde "diş kirası" denilen hediyeler dağıtılırmış. Gelen misafirin ev sahibine yakınlığına göre bu hediyeler kehribar bir tesbih, gümüş tabakalık; ya da hiç tanınmayan bir yardıma muhtaçsa günün koşullarına uygun para olurmuş. Davete "zahmet edip" gelen kişiye bir nevi ev sahibinin teşekkürü yerine geçen "diş kirası" geleneği özellikle sarayda itina ile uygulanırmış. Fakirleri, yardıma muhtaç olan kişileri yermeden, üzmeden yardım etme amacı taşıyan diş kirası adeti uzun yıllar devam etmiş.
Bektaşi, olacak bu ya, bir hocayla aynı sofrada iftar etmiş. İftardan sonra kahveler içilmiş, sohbet başlamış. Bektaşiye sormuşlar, erenler demiş dem alır mısın?
Bektaşi "Eyvallah" demiş. Afyon? Eyvallah, Kaygusuz? Eyvallah. Kızıldeli? Eyvallah. Bazı bazı gönül eğler misiniz? Eyvallah.
Vakit gelmiş, çıkmışlar. Çıkarken de haznedar yamağı, ikisine de atlas kese içinde diş kirasını sunmuş. Bektaşi yine bir eyvallah bastırıp keseyi, şalvarının cebine yerleştirmiş. Yolda, Hoca dayanamamış keseyi açmış, bir de ne görsün? İçinde bir metelik, boynunu bükmüş yatıyor. Hemen koşmuş, Bektaşiyi yakalamış. Sana ne verdiler, demiş? Bektaşi, vallaha daha bakmadım demiş. Aman bir bak demiş Hoca. Bektaşi keseyi açmış, içinde bir altın. Hoca, yanlış oldu demiş, dönelim. Dönmüşler. Soru, sual; bilen yok. Sonucu ev sahibine çıkmışlar. Hoca bir yanlışlık olmuş demiş, nasıl olur bu zındık herife bir altın, dailerine bir metelik?
Ev sahibi, yanlış değil Hocam demiş, onun masrafına bir altın bile yetmez, sense bir metelikle pekala gününü gün edersin.
O günlerin ramazan coşkusunu, birlik beraberlik duygusunu artık büyüklerimizden dinleyip, öğreniyoruz. Anlatacaklarımızsa gittikçe azalıyor. Çocukluğumdaki ramazanlardan ne hatırlıyorum? Ben en çok bayram sabahlarını hatırlıyorum: Bir ay boyunca sayıkladığım kırmızı fiyonklu ayakkabılarımı, kapı kapı dolaşıp komşulardan aldığım bayram harçlıklarımı, sonra şeker kağıtlarından yaptığımız bayram süslerini…
Şimdilerde yaşadığımız; ilerde çocuklarımızın anlatabileceği en büyük ramazan etkinliği kentlerde alışveriş merkezlerinde ramazan ayı gelince gürültü patırtıyla kotarılan, acemice oynanan Karagöz-Hacivat oyunları, rengi bile eskisi gibi olmayan pamuk şekerler, macunlar… beş yıldızlı otellerde, restoranlarda düzenlenen açık büfe iftar yemekleri var bir de… Günümüzde ramazan demek akşamları iftar saati işten erken kaçmak, bayram tatili kaç günse ona göre bir "her şey dahil" tatil köyüne yada mevsim kışsa bir yerlere kayağa gitmek demek! Çocuklarımızın yeni bir çift ayakkabı için bayram sabahlarını beklemesine de gerek yok artık, nasılsa biri eskimeden diğerini alıyoruz… Hem artık kırmızı fiyonklu ayakkabı da kalmadı sanırım, altı tekerlekli, kayan ayakkabılar var bütün çocukların ayaklarında!
İhtiyacı olanı hatırlamak, paylaşmak… Ramazan Ayı'nın en güzel yanı değil midir? Belki bir sofrada , belki atlas bir kesenin içinde! Geçmişten yola çıkıp bugünü neşeyle, huzurla, ramazan coşkusuyla hatırlamak adına bolluk dolu, ağız tadıyla geçirilecek nice Ramazanlara…
yesimcim@yahoo.com