Gücün sınırları
Nereye baksanız gücün sınırlarını doğru tespit edemeyenlerle karşılaşıyorsunuz. Zaten iktidar konusunun en ilgi çekici noktalarından biri de budur. İktidar sahipleri genelde durmaları gereken çizgiyi bilemezler, güçlerinin ötesinde işlere soyunurlar ve sonunda mukadder çöküş onları da bulur. Alevilerin din dersine girmemesi konusunda hükümet cenahından gelen küstahça tavırdan, İsrail'in Gazze'deki cinnet yansımalarına bunun örnekleri ortada. Gücün böylesine hoyratça sergilenmesi, adalet duygularını tahrip eden bir duyarsızlıkla saldırganlaşması aslında sonun başlangıcının işaretleri de sayılabilir. Son hangi vadede gelir o bilinmese de, geleceğinden kuşku duyulmaz. Kendinden emin iktidar sahibi küstahlaşma gereği duymaz. Her fırsatta küstahlaşan ve saldırganlaşan açısından son başlamış sayılır. ABD yönetiminin son beş yıldaki tercihleri de bu genel kuralın en trajik yansımaları sayılabilir. Tek kutuplu bir dünyanın varlığı ABD açısından iki tarz davranışı gündeme getirmişti. Amerikan devleti dünya için yeni bir düzen oluştururken ortak çıkarları kollayacak şekilde hareket edebilirdi ya da yalnızca kendine yontabilirdi. 1990'lı yıllarda Bill Clinton yönetimi bu ikisinin ortasında bir yol izlemeye çalıştı. Ancak ABD'nin iç dinamikleri daha eşitlikçi ve başkalarını da dikkate alan bir siyaset uygulanmasına pek elverişli değildi. Tek güç olarak kalmanın dürtüleri müttefikleri pek dinlememeye yol açıyordu. Bu dönemde palazlanan yeni muhafazakârlar eldeki güçle istedikleri gibi bir dünya şekillendirebileceklerine inanıyorlardı. Amerikan toplumunda yükselen dinci fanatizm ise aslında dünyaya kapanmayı desteklerken 11 Eylül'den sonra bu saldırgan dış politikanın destekçisi haline geldi.
Kutuplaşmayı ABD körükledi Bush yönetimi, başkanın ilgisiz, bilgisiz ve duyarsız kişiliğinin de etkisiyle 11 Eylül'ün ardından tüm bu olumsuzlukları sergiledi. Dünyayı, kimseyi ve hiçbir kurumu umursamadan bildiği gibi şekillendirme hevesi dizginlerinden boşandı. Bunun gerçekleştirilmesinde tarifsiz bir küstahlığın da ön plana çıkması tek kutupluluğun altını oydu. ABD bugün hâlâ tüm diğer ülkelerden güçlü. Ancak gücünü kötüye kullanması sonucunda hem dostsuz kaldı hem de kendisine karşı yeni ittifaklar oluşmasını körükledi. Graham Fuller, National Interest dergisinin son sayısında bu temaları derinleştiren bir yazı yazmış. "Stratejik Yorgunluk" başlıklı yazıda dünyadaki tek kutupluluk halinin bir muhalif cephe oluşmasına nasıl yol açtığını anlatıyor. ABD'nin mutlak gücünden ve siyaset üslubundan duyulan rahatsızlık diğer ülkeleri de mantıksız davranmaya itebiliyor. Savaştan sonra Irak'ta ABD'ye yardımcı olmak yerine "dünyanın çoğunluğu neredeyse büyük bir hınçla ABD'nin Irak'ta rüzgarda savrulmasını seyretmeyi yeğledi... Adı konmamış Avrupa hedefi, süpergücün hareket özgürlüğünü kısıtlamak ve çok kutuplu bir dünya kurulmasına çalışmak oldu." Çin, Rusya, Hindistan gibi diğer ülkelerin de tavırları farklı olmadı. İran bu şekilde ABD ile inatlaşmasında kendisine arka çıkan, ezilmesine kolay izin vermeyecek ülkeler buldu. Tüm bu gelişmelerde ABD'nin kendi değerlerini çiğnemesi nedeniyle ideolojik söyleminin etkisizleşmesi de rol oynadı. Türkiye ile ABD arasındaki ortak vizyon belgesini de bu çerçevede değerlendirmek doğru olur. İlişki işbirliğine daha açık bir noktaya doğru kayıyor. Ancak çıkarlar da tümüyle örtüşmüyor. Bunun ötesi diplomasinin alanıdır. Yeter ki Türkiye ilişkilerin yeniden yoluna girmesinin anlamını, kendi gücünün sınırları konusunda yanlış bir değerlendirmeye oturtmasın.
|