Selahattin Yusuf

21 Haziran 2013, Cuma

“Bağzı şeyler”i yeniden düşünelim mi şimdi?

Biz dini, bilimi, geleneği, devrimi, muhafazakarlığı, kültürü ve sanatı galiba hep bir "yaşam destek ünitesi" olarak kullandık, kullanıyoruz. Onlardan sonsuza doğru uzanan, üzerinde aşağı-yukarı bir görüş birliğine vardığımız kültürel miras olarak faydalanamıyoruz

Türkiye'de, memleketin sağlığına ve sıhhatine ilişkin düşüncenin zaman içinde -nitelik olarak- büyümemiş, gelişmemiş olduğunu düşünüyorum. Bu toplumun düşünce gücünü oluşturan kasları gelişmiyor. Ustasıyla ölen nadir meslekler gibi. Elden ele üleştirilemiyor ve kuşaklara aktarılamıyor sanki. Hafıza her defasında tamamen siliniyor ve her şeye sıfırdan başlanıyor. O "kasları" içeriden tutan bağlar, vücudun gevşemesi ve ölümüyle birlikte çözülüyor. Düşüncemizin kolektif bilinçaltını oluşturan köklerin derinlerde sarıldığı bir toprak, yani gelenek bilinci, algısı yok.

Epeyi uzun bir zamandan beri bir tür barbarlarız biz. Aksi halde ülkenin huzuru ve her alandaki devamlılığı, niçin sadece bir "kuşak" sürsün ve akabinde krize girsin? Herkes krizlerin 1960'lardan sonra her şu kadar yılda bir tekrarlandığını söylüyor. Hayır, şu tarihleri dikkatinize sunarım: 1826, 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960, 1972, 1980, 1997. Evet, bu tarihler olmasaydı, dinamizm de olmayacaktı, diyebilirsiniz. Ölmüş bir kalbin cihaz ekranındaki düz çizgisini andırırdı da diyebilirsiniz. Ama bir toplumun bu kadar fazla "yeniden başlama" noktası varsa, bu dinamizme yürek dayanır mı?

Biz dini, bilimi, geleneği, devrimi, muhafazakarlığı, kültürü ve sanatı galiba hep bir "yaşam destek ünitesi" olarak kullandık, kullanıyoruz. Onlardan sonsuza doğru uzanan, üzerinde aşağı-yukarı bir görüş birliğine vardığımız kültürel miras olarak faydalanamıyoruz. Kanımıza besin olarak karışmıyor onlar. Değerlendiremiyoruz, bocalıyoruz, kekeliyoruz, geri ileri, sağa sola yalpalıyoruz.

Uzun yıllardır ekranda ve yazarak dile getirmeye çalışıyorum. Bizim -büyük harfle- Geleneğe katkımız, Sinan camilerinin harika taş işçiliğine eklediğimiz "pimapen" pencerelerden ibarettir. Sadece toprağı değil; gökyüzünü de betonla kaplamaktan ibarettir. Ama bu furyadan kim çekinmiştir şimdiye kadar. Bir ilçenin sınırları değiştirilerek kotarılmış "Gökkafes" nedir? Param olsaydı dağa taşa bundan dikerdim tevazuunun göndere çekilmiş bir mahcup bayrağı da değil midir aynı zamanda o bina? Londra'da, Viyana'da gördüğümüz ve görmek için para ödediğimiz o titiz, harikulade Gelenek, bizde neye tekabül ediyor? Bizde, tarihin derinliklerinden bizlere birer çığlık gibi bakan çeşmelerin içinde naylon çorap ve sosisli sandviç ticareti yapmaktan ibarettir maalesef. İsmine "Vatan" ve "Millet" demekten içten içe hoşlandığımız caddelerin altında yatan Sinan mescitlerini unutmaktan ibarettir. Muhafazakarlığımız, onları hatırlamaktan, rahmetli Menderes'i unutmamak lehine, gönüllü olarak çekilmekten ibarettir. Devrimciliğimiz de -maalesef- tam tersidir. İki tarafın da güncel pozisyonlarını en sert bıkkınlıkla eleştirmeliyiz. İki tarafın da bayat "dertlerine" metelik vermemeliyiz. Öfke nöbetlerini de, gözyaşlarını da sonuna kadar, bu perspektiften sorgulamalıyız artık.

"Gözyaşlarının bile sorgulanması gerekir." Nietzsche'nin bu cümlesini okuduğumda henüz 20'li yaşlarımın başındaydım. Uzun zaman çözememiştim. Ancak 30'lu yaşlarımda perde biraz aralanır gibi oldu. Çünkü yaşayarak öğrenmek bambaşka bir şey. Çok şey. Hatta, bazı bilginlere göre her şey. Bilirsiniz, insanlık tarihinin zevk ve düşünce zirvelerinden birini, büyükçe bir tanesini temsil eden Müslüman İspanya filozoflarından birinin sözüdür: "İnsanın bilip bileceği, tecrübelerinden ibarettir" der. Gözyaşlarından niçin söz ettim? Gözyaşı kadar kendiliğinden, gözyaşı kadar tabii ne olabilir? Nietzsche, "Başkaları için yanmışsın, kül olmuşsun neye yarar; madem ki o yangın senin kendi içinde çıkmıyor" sözünün de sahibidir. Bir salgın gibi yayıldı şu "ama"sız konuşmak. Şüphe aralığı yok artık. Oysa düşünce o şüphenin çatlaklarından girer insanın kafasına. Bir güzelliğin izlenimi, insan zihnine şüphenin yakıcılığıyla girer. Ne klasik dönemin yekpare resminin içindeyiz, ne de düşünmek kolaydır artık. Ülkemizin düşünce ihtiyacı, düşünceleri kopyalayıp çarpıştırmaktan ibaret bir mimesis duyarlığıyla geçiştirilemeyecek kadar karmaşıktır artık. Muhafazakarın öfkesini ve uykusunu, Devrimcinin gözyaşını ve nefretini aşabilmenin küçük, kılcal yollarını artık bulabilmeliyiz. Artık yepyeni ve sofistike bir dil bulmalıyız konuşmak için. Çünkü düşünce ve sanat, zaten artık kendi kendinin bir parodisi (de) olmadan ilerleyemeyen bir şeydir. Bunu sosyal medyada bolca görüyorduk; şimdi Taksim'deki devasa "printer" cihazından uzanan metinde de okuyoruz.

Kürt barışını, bu nadide meyveyi ambarımızdan yavuz hırsızlar çalamayacaksa eğer, Kürtler ve Türklerin zeminde başlamış kimyasal kaynaşması devam etmelidir. Nasıl olur bu? Hiç. Hiç kimse dokunmazsa, kendiliğinden bile olur. Kırılmış bir kemiğin kaynaması için, onu sadece sarıp sarmalamak ve korumak yeterlidir. Ülkenin bundan sonra yoluna güçlenerek devam edebilmesi için ortak tutamak noktalarına tutunmak yeterlidir. Taksim'in bizlere öğreteceği bir şey varsa, asıl budur. Gerçek dersimiz budur. Birbirimizi daha fazla anlamak, ortak hafızamızı gündelik kavga dilinden kayırmak, hayatta tutmak ve besleyip büyütmektir.





SON DAKİKA