04 Aralık 2012, Salı

“Bulutlar geldi, altında durduk”

Sevdiğim tek bir kafe bir şehre bağlanmama yeter! Bir masa, güzel bir kahve, sıcakkanlı bir servis ve insanı sarıp sarmalayan bir atmosfer yeter! Bıkmadan usanmadan saatlerce oturduğum; dönüp dolaşıp geri geldiğim kafeleri olan bir şehir benimle derinden bağ kurmuş demektir. Yani benim "kürkçü dükkânlarım" yaşadığım şehirler, oturduğum evlerden çok kafelerdir. İtiraf ediyorum ki, bazılarının hayalini kurarım, bazıları rüyama girer. Özlerim onları. Uzaktaysam burnumda tüterler.

Gece geç bir vakit! Viyana'da, Dorotheergasse'de 6 numaralı kapıyı zorluyorum. Kapalı! Bozuluyorum biraz. Ama camın öte yanındaki tülün arasından içeride oturanlar görünüyor! Neden sonra anlıyorum ki, kapıyı kendime doğru çekmem gerekiyormuş. Hafif tozlu, dağınık, hatta paspal fakat daha ilk anda insanın içini ısıtan bir ortam karşılıyor bizi. 75 yaşında ama ruhu pek genç bir kafe! Duvarlar konser, tiyatro ve sergi afişleriyle bezeli. İki melange (seyreltilmiş ve üzerine süt köpüğü katılmış esspresso) söylüyoruz. Garson sevimli bir edayla eğilip "kahvelerinizin yanına bizim spesiyalitemiz Buchteln tavsiye ederim" diyor. Az sonra içi reçelli, üzeri pudra şekerli hamur topları geliyor. Sıcak sıcak atıştırıyoruz hepsini. Nasıl lezizler! Ortalık kızgın yağ, pudra şekeri ve mis gibi kahve kokuyor. Huzur mu, mutluluk mu, tatmin mi yaşadığımız, neyin nesi tam bilmiyoruz ama oradan, yani Cafe Hawelka'dan bir daha ayrılmak istemiyoruz.

Madonna'nın "Sorry" şarkısını bilir misiniz? Bir kez daha affetmeye yanaşmayıp artık kendi yoluna gitmek isteyen bir aşığın şarkısıdır. Garou şarkıyı o kadar farklı ve etkileyici söylemiş ki, tarifi imkânsız! Garou mu? 1972 Doğumlu bir Fransız. Yıllar önce "Belle" adlı şarkısı İstiklal Caddesi'ni esir almıştı, belki oradan hatırlarsınız.

Bu ülkenin belli bir okumuş yazmış kitlesi dönüp dönüp bina okur; hele şiir sevenleri birkaç şair bellemiştir, ötesini duymaz, bilmez! Şu dizeleri bilmiyor olmaları ne acıdır, nasıl bir eksikliktir: "Sen geldin benim deli köşemde durdun/Bulutlar geldi üstünde durdu/Merhametin ta kendisiydi gözlerin/Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu/Bulutlar geldi altında durduk." Sezai Karakoç'un "Köşe" şiirinden söz ediyorum. Haydi, şimdi toparlanın ve bu büyük şairin şiirlerini bulup okuyun!

Yağmurdan sonra güler yüzünü gösteren güneş… Yağmurdan sonra hayat kokan toprak… Hiçbir şeye değişmem bu güzellikleri.

SkyTürk'te Gürkan Hacır'ın programında Dücane Cündioğlu vardı. Melankoli filminden söz ediyordu. Müthişti. Malum, televizyonda "ya anlaşılamazsam!" korkusuna esir olmadan yapılan dibine kadar entelektüel sohbetlerin değeri çok yüksek. Çünkü fena halde nadirler.

Albertina müzesinde kısa ve karanlık bir koridor… Bir anda koridor sonsuz bir evrene dönüşüyor. Çünkü koridorun duvarlarına Paul Klee resimleri asılmış.

Son zamanlarda pek az kitap bu kadar içime sokuldu; gecelerimi çaldı ve beni kendine bağladı. Esra Yalazan'ın yazarlar, kitaplar, kelimeler ve kelimelerin bize biçtiği kader üzerine yazılarını topladığı "Kelimeler ve Kader"inden söz ediyorum. (Timaş Yayınları) Onca kelime evrende kaybolup gidebilir mi sahiden? İmkânsız bu. İnanmıyorum.

27/10/11

SON DAKİKA