04 Aralık 2012, Salı

Yazın ardından...

Bana sorarsanız, "denize girmek" ile yüzmek çok farklı şeyler! Yaz gelip de kıyılara koşunca sık sık denize giriyoruz ama ne kadar az yüzüyoruz! Yüzmek, denizi sevmek, sevişmek, denizle bir olmak demek… Bunca yılda şunu öğrendim: Her denize giriliyor ama her denizde yüzülemiyor.

Asmalımescit'in havası kaçıyor. Karaköy ise gitgide havalanıyor. Fransız Geçiti'nin arkasındaki sokakta yer alan Ops Cafe beni de baştan çıkardı. Küçük ve sıcak bir yer. Saatlerce oturabilirim.

Cihangir'de oturmuş laflarken çevredekilerden üzerimize doğru gelen gizli haset, dedikodu ve mızmızlıklar bulutunun şerrinden kaçmak için kalktık, kendimizi Tophane'deki Fasuli'ye attık. Pilav üzeri kuru ve ortaya mıhlama, yanına da turşu. Oh, mis! Dünya varmış!

Yemekten, tattan, bir sofrayı paylaşmanın güzelliğinden söz açınca… Şimdi mümkün olsa da, Çeşme'den Ildırı'ya giderken birden sola, deniz tarafına sapıp sitelerin arasından geçtikten sonra o kötü taşlık, topraklık yola girsek… Sahildeki salaş Ada Balık'tan içeri girip kumun üzerine bir masa kurmalarını rica etsek… Ayakkabılarımızı çıkartıp kuma basarak nar gibi kızarmış barbunlarımızı yesek... Tamam, tamam! Kesiyorum. Yağmurlu bir İstanbul gününde çok tatsız bir özlem bu.

Yaz mevsimini sevmek, güneşi, denizi, tatili sevmek sanılıyor. Oysa modern bir kurgu ve yanılsamadır bu. "Deniz kıyısında tatil" denen şey insanlık tarihinde topu topu 150 yıllık bir geçmişe sahip. Oysa insanlık yaz mevsimini ve bu mevsimin belirgin biçimde yaşandığı bölgeleri, mesela uygarlıklar beşiği Akdeniz havzasını hep çok sevdi. Neden? Nerededir yazın asıl tadı? Benim cevabım açık: Yaz, akşamlardır. Karanlıktan korkmadan ve soğuktan titremeden sabaha kadar uyanık kaldığımız o akşamlar…

Her gün biraz daha bağlanıyorum Çengelköy'e… Oraya mı taşınsam, bilmem ki! Sabahın erken saatinden gece yarılarına kadar varlığını sürdüren kavgasız gürültüsüz canlılığını; alçakgönüllü ve sıcakkanlı esnafını; bazen tatlı bir taşra havası, çoğu zaman da "eski İstanbul" ruhunu taşımasını; en çok da kahvelerinde oturup okuyup yazmayı, dostlarla muhabbet etmeyi seviyorum… Son Çengelköy ritüelimiz Salı geceleri A Haber'deki Kaçış Planı programımızı bitirince Selahattin'le (Yusuf) hemen buraya gelip işkembe çorbası içip kıtır kokoreç atıştırmak.

Antonioni'nin 1962 yapımı L'Eclisse (Bizde ne bağlantısı varsa, "Batan Güneş" diye gösterilmişti) filmini kısa süre içinde ikinci kez izledim. DVD'den tabii. 1960'lardan bugüne bir kâhin gözüyle bakmış ve bizi uyarmış sanki Antonioni! Ve tabii o sahne: Monica Vitti'nin "keşke sevmeseydim seni… ya da daha çok sevseydim" dediği sahne.

Birsen Tezer'in ne kadar farklı ve lirik bir sesi var. "Asla caz dinleyemem" diyebilecek kişileri bile alıp götürecek bir ses. Favori şarkılarım "Değirmenler" ve "Çığlık."

"Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek." Bir kasaba kitapçısında rafların arasına sıkışmış halde buldum Ah Muhsin Ünlü'nün "gidiyorum bu" adlı şiir kitabını. Biraz çello konçertoları, biraz çay, biraz şiir. Böyle geçiyor akşamüstleri.

Akşamlar demiştim, değil mi? İğde kokuları altında toprağa uzanıp yıldızları hiç seyretmemiş biri yazı anlamış, kavramış ve sevmiş olabilir mi? Sanmam.

11-24 EKİM 2012

SON DAKİKA