04 Aralık 2012, Salı

Yine yazı bekleriz!

İstanbul'daki yaz gecelerimin vazgeçilmez durağı Çengelköy! Özellikle "gece" diyorum. Çünkü dostlarla buluşmak için de, kendi başıma kafamı dinlemek için de Çengelköy'e gidişim hep çok geç vakitleri buluyor. Ondan sonra gelsin çaylar, gitsin laflar… Kalkarken bir bakıyoruz ki, sabaha az kalmış! Çay dedim ya… Oralardaki kahvelerde masaya çay istemek, bardağı avucunda tutup beklemek, etraftan gelen kaşık şıkırtılarına kulak vermek güzel de, çaylar tatsız, ılık, fabrikasyon! Çengelköy'ün simidi enfes ama o da yazık ki, gündüzleri çıkıyor, geceye kalacak hali yok!

Epeydir rüya görmüyorum. Yani uyandığımda hatırladığım renkli görüntülerle dolu hikayelerim yok! Ama her seferinde az önce bir kokular galerisinde dolaşmışım gibi uyanıyorum. Öyle bir his! Hanımeli kokusu, taze ekmek kokusu, ıssız yollardaki benzin istasyonlarının kokusu, yosun kokusu, sevilen bir boynun sol kuytusunun kokusu… Böyle uyanmak da güzelmiş.

Koku deyince, hemen Patrick Süskind'in "Koku" romanını hatırlayanlar vardır. Benim romanım ise Tom Robbins'in "Parfümün Dansı"dır. Ne diyordu Robbins orada? "Koku, beynimizin dilidir. Açlık, susuzluk, saldırganlık, şehvet, korku… Beyin bunların hepsini koku dilinde yorumlar."

Tom Robbins… İlk romanları okurunda "kafa yapan", son romanlarında sermayeden yiyerek "kafa ütüleyen" yazar. Hiç okumamışlara tavsiyem: Parfümün Dansı, Ağaçkakan ve belki bir de Sirius'tan Gelen Kurbağa.

Meğer nasıl da özlemişim bu manzarayı!.. Akşam köyün meydanındayım. Ortalık karanlık. Bozuk Arnavut kaldırımı yolu camiden sızan soluk ışıklar aydınlatıyor. Köyün yaşlıları ve kadınlar teravih namazına gidiyor. Çocuklar ise meydandaki koca ağacın çevresinde çığlık çığlığa koşturarak saklambaç oynuyor.

Herşey Aşktan'ın lokum ve ezmelerini seviyorum. Ama en çok kutularını. Özellikle de üzerinde "Fatma'nın Eli" olanları. (Herşey Aşktan Bebek ve Pera'da)

Alain Corneau'nun son filmi: Crime d'Amour. Bir polisiye. Beni ne öyküsü ne de sinema dili ilgilendirdi. Beni ilgilendiren başroldeki Ludivine Sagnier'di. Hem sıradan hem de büyülü bir çekicilik. Ve o ses! O nasıl şey!

Yıllar sonra Küçükkuyu'da Yeşilyurt köyüne uğradım. Oradaki ilk göz ağrım Çetmihan Otel yenilenmiş, muhteşem olmuş. Yeni oteller açılmış. Ama ben Manici Kasrı'nda kalmayı tercih ettim. Terasta fıskiyeli havuzun yanı başında kafamı dinlerim, kitabımı okurum diye… Feci mutsuz ve yaramaz iki oğlan çocuğu hesapları bozdu ama ne yapalım, çocuk işte! Eşi dostu gördük; Kazdağı'nın oksijenini içimize çektik; sevgili Tarık Ulusoy'un Çin gezisini Cem Yılmaz'a taş çıkartacak komiklikle anlatışına tanık olduk! Daha ne olsun!

Adatepe Zeytinyağı Müzesi'nin (Küçükkuyu) dükkanından yine çıkamadım. Zaten Refika amblemli Adatepe zeytinyağı teneke kutularına bayılıyorum. Ama daha neler neler var! Zeytin ağacından yapılma mutfak gereçleri, cam zeytinyağı şişeleri, sabunlar, sofra örtüleri, yemek kitapları, vb. Oradan yolunuz geçerse, mutlaka uğrayın.

Şimdi TNK'nin o güzel şarkısını mırıldanmanın tam zamanı: "Yine Yazı Bekleriz" Yine yazı bekleriz!

01/09/11

SON DAKİKA