EDEBİYATTA BİR MAHREM SINIRI OLMALI
- Ama şöyle de bir çelişki de yok mu? Bazıları 'mahremin açıklanması'nı romanın doğuş ve varoluş sebebi olarak görür. 'Evlerin çatılarını kaldırıp içine bakmak...' Oysa siz romanınızın içinde yeni mahremler kurmaktan söz ediyorsunuz.
- Mahremiyeti porno kavramından yola çıkarak da açıklayabiliriz. İnsanlar hem yalnız yaratıklardır hem de yalnızlıkla savaşan varlıklardır. Sanatın da doğal itkisi içini açmaktır. Yalnızlığını paylaşmak, yalnızlığını paylaşarak çoğalmaktır. İnsan içini dökmek ister. O yüzden resim yapar, müzik yapar, anlatır, roman yazar. Diğer insanlar da öyle; kendimizi açmaya çalışarak yaşıyoruz. Burası önemli ama burda dahî bir mahrem sınırı olması gerekir. Çünkü mahrem bizim varlığımızın, özgünlüğümüzün, tekliğimizin sığındığı bir yer. Onun tamamen açılması ve her şeyin gösterilmesi işi bir pornoya dönüştürür. Farklılıkları eritip tektipleştirme olur. Durmamız gereken bir yer var. Ben bunun iyi ve gerekli bir şey olduğunu düşünüyorum.
KOVULDUĞUMUZ İKİNCİ CENNETTİR ÇOCUKLUĞUMUZ
- Çocukluk nedir sizce?
- Kovulduğumuz ikinci cennettir. Çok önemli bir süreç; çünkü hayatımız boyunca kullanacağımız malzemeyi topladığımız yıllar bunlar. Bu malzemeleri tek tek üstüne yığdığımız ana zemin ise güven duygusu. İlla da yatılıya gitmeye gerek yok. Bir çocuğun küçükken bir hafta ya da 10 günlüğüne akrabaya gönderilmesi bile onda çok ciddi bir travmaya yol açabilir. Sütten kesilmek de öyle.
- Doğmak bile öyle değil mi?
- Çok doğru. Bilimsel bir şey bu. Annenizin rahmi gibi güvenli ve huzurlu bir ortamda oluşumunuzu tamamlıyorsunuz. Sonra birden bire sizi oradan çıkarıyorlar ve yüz binlerce uyaranı olan bir dünyaya çıkıyorsunuz. Işık hücumu, ses hücumu, ısı hücumu, renk hücumu, hava basıncı...
- İnsanın doğunca ağlamasına şaşırmamak gerekir bu yüzden.
- Ciğerleriniz yanıyor, oksijenle ilk defa tanışıyorsunuz, karnınız hemen acıkıyor ve bir korku... Böyle bir travmayla başlıyor varlığımız. Bilincimizde hatırlamasak da bilinçdışımızda taşıyoruz bunu. Geriye dönme duygusu da öylece giriveriyor içimize zaten.
- Bu bireysel travmaların topluma yansıyan, onu etkileyen yönlerinin de olduğunu düşünüyor musunuz?
- Ben bu açıdan bizim toplumumuzun çok sorunlu olduğunu düşünüyorum. Annesinden ve babasından sağlıklı bir şekilde kopamayan bireyler hiçbir zaman büyüyemiyor. Dolayısıyla o geriye dönüş hasreti çok normal bir şeyken, eğer onu aşamıyorsanız bir psikolojik rahatsızlığa dönüşebiliyor. Biz bunun farkında olmuyoruz genellikle.
BAŞTAN SAKATLANMIŞ İLİŞKİ BİÇİMLERİ
- Nasıl bir dönüşüm bu? Nasıl bir rahatsızlığa dönüşüyor?
- Bir kere insanlar çocuk kalıyor. Bireyleşme konusunda sıkıntı yaşıyorlar. Bir erkeğin erkek olarak kabul edilebilmesi için neredeyse 50 yılı devirmesi gerekiyor. Kadın da benzer şekilde iki-üç çocuk yaptıktan ya da yaşlandıktan sonra kadın olarak kabul ediliyor. Aslında ergenlik dönemine girmenizden, yani üreme yetisine sahip olduğunuz andan itibaren kadın ya da erkeksiniz.
- Pedagojik tartışmalara da malzeme sağlayacak o zaman kitabınız...
- Evet. Çocuk doğduğu andan itibaren ayrı bir kişilik olarak ailede ona yer açılmalı. Onun bir birey olduğu hissettirilmeli. Çocukları insanlaşmaya aday ayrı bir varlık olarak görmekten vazgeçmeliyiz.
- Annem gibi kadın, babam gibi adam arayışı da buradan mı çıkıyor?
- Başta söylediğimiz geriye dönüş arayışından çıkıyor. Erkekler bir anne modeli, kadınlar da bir baba modeli arıyor ve bunu çoğunlukla farkında bile olmadan yapıyorlar. Bu da doğrudan cinselliği sakatlayan bir şeye dönüşüyor. Sakatlanmış ilişkilerden de mutlu bireyler çıkmıyor kolay kolay.