Sıcak
ülkelerin köylü pazarları bizdekinden daha farklı. Taylandlılar gündüz saatlerinde gölgede 38 - 40 derece sıcakta alışveriş etmenin zorluğunu fark etmişler ve otelimizin önündeki birkaç kilometre uzunluğundaki cadde boyunca pazar akşamları hava kararırken canlanan, gece yarısına doğru sakinleşen bir "Gece Pazarı" oluşturmuşlar. Otelimize pazar günü erken saatte döndüğümüzde, cadde neredeyse bomboştu. Akşam hava karardıktan sonra dışarı çıkınca gözlerime inanamadım. Sağlı sollu mütevazı dükkânların hepsi açıktı. Onlara ek olarak kaldırımlara işportacılar, sokak yemekleri satan tezgâhlar yayılmıştı. Bu kadarla da kalmamış, sokağın tam ortasına da marifetlerini sergileyen bir sıra sakat ve özürlü sıralanmıştı. Ben bugüne dek bu kadar çok sayıda kör müzisyeni bir arada görmedim. Altı-yedi kişilik küçük müzik toplulukları birbirinin arkasına oturmuş, ellerindeki değişik yerel müzik aletlerinden kakafonik sesler çıkarıyor, bir yandan da şarkı söylüyorlardı. Birkaç adım ötede onların bittiği yerde bir başka körler orkestrası farklı telden çalıyordu. Tayland'da araç trafiği de, Chiang Mai'nin gece pazarında yaya trafiği de soldan işliyor. Alışverişe ya da sadece tezgâh seyretmeye çıkanlar mutlaka yolu ortadan ayıran kör çalgıcıların solundan yürüyor. Gözlerine karşı tarafta ilginç bir tezgâh kestirdiklerinde, müzisyenlerden kalan birkaç metrelik aralıktan karşı kulvara geçiyor, bu sefer kendilerini ters insan akıntısına kaptırıyorlar. Yoksul Kuzey Tayland köylülerinin el emeği basit ürünler, benim ilgimi pek çekmedi. Ama yemek tezgâhları bir âlemdi. Bizim Anamur muzlarımızı andıran küçük muz hevenkleri, yumuşak yeşil dikenlerle kaplı, üstü kırmızı, beyaz etine mini mini siyah tohumlar dağılmış Dragon Fruit (Canavar Meyvesi), kırmızı kabuklu, sulu, ortası çekirdekli liçi, mango gibi tropik meyvelerin yanı sıra bizde de yetişen çilek, yeşil elma, ufak ama sulu portakallar son derece ucuza satılıyordu. Arka sıradaki dükkânlar arasında ayak masajcıları da vardı. İnanmayacaksınız; çelimsiz Taylandlı kadınlar müşterilerinin ayaklarını ve baldırlarını bir saat boyunca ovup mıncıklamalarının karşılığı olarak -sıkı durun- sadece 2 TL karşılığı para alıyorlar. Turist rehberlerinde bu tür pazarlardan alışveriş yapar, hizmet alırken pazarlık yapılması salık verilir. İnsan 2 lira için değil pazarlık yapmak, bu ücretin birkaç katını bile bu sıcakta böylesine canı gönülden işlerini yapan bu yoksul insanlara helal eder.
BÖRTÜ BÖCEK TAZGÂHI
Bir ara gözlerime inanamadım. Bir tezgâhta börtü böcek satılıyordu. Yanlış okumadınız; serçe parmağı uzunluğunda ve kalınlığında ağaç kurtlarını, çekirgeleri, iri hamam böceklerini meraklıları kapış kapış alıyordu. Bugüne dek ayıdan timsaha, her türlü deniz kabuklusundan salyangoza kadar birçok tuhaf yiyecek tattım. Ancak bu böcekleri açlıktan kırılsam da yiyemeyeceğimi anladım; bakarken bile içim kalktı. Oysa Bangkok'da tanıştığımız Tayland'ın en ünlü aşçısı Chef McDang, bol yağda kızartılan bu böceklerin fındıksı tatları olduğunu söyledi. Bugün hâlâ fındık yerken aklıma hamam böcekleri geliyor. Ancak son derece yoksul Kuzey Tayland köylülerinin protein ihtiyaçlarını karşılamak için bu böceklere bile razı olmalarını anlayışla karşılamak gerekiyor. Avrupalılar da bizi kuzu beyniyle hazırlanmış beyin salatasını ya da fırınlanmış kuzu kellesini yerken gördüklerinde benzer tiksinti titremeleri geçirmiyorlar mı? Kuzey Tayland'da otel müdiresinden bana Tayland kahvaltısı hazırlatmasını rica ettim. Önüme dev bir kâse içinde tavuklu bir pirinç çorbası geldi. Üzerine de ince kıyılmış taze soğan serpilmişti. Bir başka spesiyalite ise yanında haşlanmış pirinçle sunulan omletti. Bu çorbayı İstanbul'da da keyifle içebilirim. Ama omletin yanında haşlanmış pirinç bir şeye benzemiyor. Ne var ki Taylandlılar ekmek yerine pirinç yiyorlar ve bu onların ekmeği. Taylandlılar sadece ekmek yememekle kalmıyor, tuz ve şeker de kullanmıyorlar. Onların şekeri palmiye meyvesinden elde ediliyor; şekerden daha pahalı ama çok daha lezzetli ve tabii daha sağlıklı. Japonların tuz yerine soya sosu kullanmaları gibi Taylandlılar da balık sosu dedikleri bir sosu tercih ediyorlar. Pişirilirken yemeğe katılan bu sosun balık kokusu tümüyle uçuyor ve geriye lezzetli bir tuz tadı kalıyor. Yoksul Chiang Mai'den zengin Bangkok'a geçtiğimizde pazarlar çok daha zenginleşti. En büyük ve en modern köylü pazarı Or Tor Kor adını taşıyor. Burada yok yok... Örneğin pirinç çeşitleri insanın başını döndürüyor. Üstelik sudan ucuz. Kaynaklara göre Tayland'da her birinin farklı adı olan değişik karakterde 3 bin 500 çeşit pirinç yetişiyormuş. Pazarlarda bunlardan 15-20 çeşidini aynı tezgâhta görmek mümkün. Fiyatları da sudan ucuz. Gördüğüm en pahalı pirincin kilosu 3 TL idi ve grubumuzdaki bazı arkadaşlar bu nadide pirinci kilo kilo satın alıp Türkiye'ye taşıdılar.
İKİ MEYVEYİ YÜCELTİYORLAR
Ancak pazarların asıl zenginliği meyveler. Sayısız çeşit zenginliği içinde Taylandlılar iki meyveyi özellikle yüceltiyor. Bunlardan birincisi sizlere birkaç ay önce tanıttığım, dünyanın en kötü kokulu meyvesi durian. Ona, "Tayland mutfağının kralı" diyorlar. Kötü kokulu bir meyveyi, ne kadar lezzetli olursa olsun kralla özdeşleştirmelerini yadırgadım doğrusu. "Tayland mutfağının kraliçesi" ise mangosteen denen koyu kırmızı, içi çekirdekli, sulu, beyaz etli bir meyve. Onun kraliçeye layık görülmesi şaşırtıcı değil; gerçekten nefis. Tayland genelinde tropik iklim meyveleri yetişiyor. Doğa her şeyi ihtiyaca göre düzenliyor olmalı. Zira bunların hepsi serinletici, hemen tamamı susuzluğu bıçak gibi kesiyor. Gelelim Tayland mutfağına; önce sofra donatılıyor, herkes ortaya gelenlerden canının çektiği kadarını tabağına alıyor ve çatal kaşık yardımıyla yiyor. Sofraya getirilen yemekler hem kendi içlerinde hem de bir arada denge oluşturuyor. Bu mutfağın temel öğeleri tatlı, tuzlu, ekşi ve acı. Sofraya genellikle beş çeşit yemek geliyor. Bunların biri, en fazla ikisi çok acı. Yanında bir ya da iki tane orta acılıkta yemek oluyor. Kalanları acısız. Varsayalım çorba ekşiyse, öteki yemeklerin ekşi olmamasına özen gösteriliyor. Özetle sofrada yemeklerin bir tablonun renkleri gibi uyum içinde olmalarına dikkat ediliyor. Tayland sofrasına getirilen yemek çeşitlerinin sayısı genellikle sofradaki kişilerin sayısından fazla tutuluyor. Ne yazık ki Tayland'da balıkları pişirirken bir kez daha öldürüyorlar. Bize sunulan kocaman balıkların hepsi derin tavalarda tahta gibi sert hale gelinceye kadar kızartılmıştı. Bunun tek yararı, bu çok kılçıklı balıkların yüzgeçleri ve kuyruklarıyla cips gibi çıtır çıtır yenilebilmesi. Bizim usul ızgarası yapılacak olsa, yenmeleri neredeyse olanaksız. Tembel ev hanımlarının cenneti Tayland; sanırım hanımların çoğu evlerinde yemek pişirmiyor. Doğrusu buna ihtiyaçları da yok. Çünkü bütün pazar yerlerinde, kaldırım kenarlarında seyyar yemek pişiricileri var. Bunlar taze taze pişirdikleri 8-10 çeşit yemeği sergiliyorlar. Orada oturup yeme imkânı yok. Gelip geçenler istedikleri yemekleri naylon torbalara doldurtup evlerine götürüyor. Yemekler o kadar ucuz ki evde yapmaya değmiyor. 10 gün boyunca elimden geldiğince bir Taylandlı gibi yedim içtim. Ancak Türkiye'ye dönmeden iki gün önce pes ettim. Kaldığımız Millenium Hilton'un uçsuz bucaksız açık büfesindeki Tayland yemeklerine gözümün ucuyla bile bakmadım. Doya doya makarna ve peynir yiyerek midemi Türkiye'ye dönüşe hazırladım. Ayda bir kez Tayland lokantasına gidip keyifle bu ilginç mutfağın leziz yemeklerini atıştırabilirim. Ama bizim zeytinyağlılarımızın, balıklarımızın, pilavımızın yerini hiçbir şey tutmuyor.