"Vallahı
iyi yasadım, çok da mutlu oldum. Çok sey gördüm, çok da insan sevdim. Düsmanım olarak aklımda kalan isim yok. Içerledigim insanlar olmustur, affetmisimdir. Herkesin iyi niyetli olduguna inandım. Ve zannediyorum iyi iliskiler kurdum. Bazıları kapalı oldu, sert davrandılar, ama canları isterse... Genelde sıcak bir hava yarattıgım kanısındayım. Onun için memnunum yani." Uzun ömrünü böyle özetliyor Hıfzı Topuz, haksız da sayılmaz; herkeslere nasip olmayacak bir hayat onun ki. Gazeteci-yazar Topuz çok çalıstı, çok dolastı, 40'ın üzerinde kitap yazdı, çok dost edindi; o dostlarını dostları onu sevdi. Bugüne kadar onun pesine düstügü yasam hikayelerini onun kaleminden okuduk hep. Bu kez roller degisti, Öner Ciravoglu sordu, Hıfzı Topuz yanıtladı, ortaya
Ardından Yıllar Geçti adlı kitap çıktı. Bu benim diyeni kıskandıracak hayat 1923 yılında Istanbul'da basladı. Bilinen ama zamanla yoksul düsmüs bir ailenin çocugu olarak dünyaya gelen Hıfzı Bey'in hayatını degistiren kararı anneannesi Rebia Hanım verdi ve onu Galatasaray Lisesi'ne gönderdi. Bu okul, Topuz'un hayatında önemli kilometre taslarından biri. Bir asra yaklasan bu hayatın önemli dönüm noktalarından biri ise Paris. Galatasaray Lisesi'nin ardından da Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitiren Hıfzı Bey ilk kez 1952 yılında doktora yapmak için 10 aylıgına Paris'e gider, hem doktora derslerine devam eder hem de düzenli olarak gazetecilik yapar. Oldukça entelektüel bir çevrenin içine girer ve saglam dostluklar gelistirir; Nâzım Hikmet, Avni Arbas, Abidin Dino, Fikret Mualla, Nejad Devrim bu isimlerden bazıları. Bütün bunları yaparken Paris'in tadını çıkarmayı ihmal etmez elbette, sınırlı geliriyle tiyatroya gider ama sahneyi dogru dürüst göremedigi yerler de oturur, konserleri sahne arkasından dinler, ama o konsere gider. Sayılı gün çabuk geçer, doktorasını bitiremez, 10 ay sonra Paris'ten ayrılır ama sehirle bagını hiç koparmaz. Çocuklugundan itibaren gazeteci olmak ister Hıfzı Bey, en büyük destekçisi ise yine Anneannesi Rebia Hanım olur. Ilk gerçek fırsat ve düzenli is ise 1947 yılında karsısına çıkar ve Aksam gazetesinde göreve baslar.
"BANA SEN DEĞİL, SİZ DE"
"Muhabir olarak basladım. O zaman Beyoglu muhabirligi vardı. Burhan Arpat, Necati Zincirkıran, Selami Akpınar vardı, hepimiz Beyoglu muhabiriyiz. Yardımlasırdık. Hızla sivrildim, röportaj yapmaya basladım, ardından istihbarat sefi oldum. Gazetenin iki ortagı vardı. Necmettin Sadak, o Ankara'daydı ve Kazım Sinasi Dersan. Kazım Bey, bana hayatta büyük yardımı olan insanlardan biridir. Bütün kademelerden geçtim, dıs politika yazıları yazıyordum. Ben masraf gerektiren isler öneriyorum, Kazım Bey, kabul ediyordu isleri ama; 'Para yok, ortak bul, yapalım,' diyordu. Henüz o yıllarda bile çevresi genisti Hıfzı Topuz'un, hemen gazeteye ortak arayısına girdi ve birini buldu: "Galatasaray'da sınıf arkadasım Malik Yolaç vardı. Entelektüel bir arkadas degildi, isadamı armatördü. 'Sen gazete çıkarırsan ortak olalım,' derdi. Teklifi ona götürdüm, gazeteyi satın aldı. Malik 'Ben karısmam gazeteyi sen yönet,' dedi bana. Ama bir baktım her gün gazeteye gelmeye ve ise karısmaya basladı. Simdiye kadar hiç anlatmadıgım bir sey var; en son bir toplantı esnasında 'Bana sen degil, siz de,' dedi. Ilkokuldan beri arkadasım, hale bak! Sonra ben is için Yunan Adaları'na gittim, geri döndügümde masamda Osman Karacan oturuyordu. Tazminatımı alıp ayrıldım, beni epey idare etti. Iste o zaman Strasburg'a doktora yapmaya gittim." Hayal kırıklıgı ile sonlanan bu macera bambaska kapılar açar Hıfzı Topuz'a. Iki yıl Strasbourg'ta kalır Hıfzı Bey ve oradayken UNESCO'ya basvurur. Ve sans bir kez daha güler yüzüne, ise kabul edilir. 1959'da UNESCO Genel Merkezi'nde çalısmaya baslayınca iyice yerlesir Paris'e. O yılları söyle anlatıyor Topuz: "Muhakkak çok iyi oldu benim için. Iyi ki gitmisim. Ben hiçbir yerde kendimi yabancı hissetmedim. Bir Fransız yazarıyla konusurken o da beni yabancı hissetmedi. Benim oradaki çevrem, Türkler de hep aydın insanlardı. Ben Paris'te Türklerle, Türkiye'yle iliskimi hiç kesmedim. Benim evim Istanbul'dan gelenlere hep açıktı. Hasan Ali, Burhan Felek, Turan Günesler... Herkes bize gelirdi, sabahlara kadar tartısırdık. Fahri elçilik gibiydi bizim ev. Hiç kopmadım buradan, muntazaman oradan buraya yazı yazdım."
KADINLARLA ARASI HEP İYİ OLDU
Gerçekten de çok genis bir çevre olusturur kendisine Hıfzı Topuz, kendi tabiriyle Paris muhtarıdır o. Bu insanlarla nasıl bir araya geldiniz diye sorunca cevabı yapıstırıyor: "Valla hiç kendimi zorlamadım. Hakikaten nasıl oldu? Galiba seçtigim dostlarım iyiydi. Paris'e gittigimde Avni Arbas, Üstün Üstündag en yakınlarım oldular. Büyükelçi Cahit Kayra bizimle arkadas gibiydi. Sonra Memduh Aytur geldi çok dostane bir hava. Bunun yanı sıra Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday, Abidin Dino, Nâzım Hikmet, Avni Arbas, Zekeriya Sertel, Fikret Mualla... Herkes oradaydı. 1960-1980 arası Paris'e gelen önce beni arıyordu. Muhtar gibiydim. Söyle oluyordu, sola çok ilgisi olmayanlar, liberaller de bana gelirlerdi. Daha angaje olanlar Abidin'e giderlerdi. Angaje olan solcular dedim ama hiç aklınıza gelmeyecek bilinen sol düsmanı kisiler bile Abidin'i gizli gizli de olsa giderdi, sohbet ederlerdi. Abidin'in dostları beni sasırtırdı." Hayatı kalabalıktı Hıfzı Topuz'un ama yeri hiç degismeyen biri vardı: En iyi arkadası, esi Nezihe Hanım. "1942'de Nisantası'nda oturuyorduk, Galatasaray'da son sınıftaydım. Yolda gidip gelirken Notre Dame de Sion'de okuyan kızlarla karsılasıyorduk, onlardan bir tanesi ile bakısıyorduk, sonra çıkmaya basladık. O flört havası bir sene sürdü, sonra Nezihe karım oldu. Ama o arada laf söz oluyor diye Nezihe benden ayrıldı. Iki sene ayrı kaldık. Sonra yeniden bir araya geldik ve onun ölümüne kadar sürdü evliligimiz. Ama evliligim boyunca benim her zaman kız arkadaslarım oldu, onlar ayrı..." O böyle samimiyetle anlatınca bir an sersemliyoruz, 'baska kız arkadasları' konusunda. Saskınlıgımızı üzerimizden atamadan tekrar soruyoruz: "Nasıl?" Yanıt yine hızlı geliyor: "Nâzım'ın nasıl olmussa, Sabahattin Ali'nin nasıl olmussa, benimki de öyle oldu. Orhan Kemal'in ne hikayeleri var..." Anlatmaya devam ediyor Hıfzı Bey: "Erkekler daha rahattık elbette. Ayrıca egitimimde, olgunlasmam da kadınların bana çok faydası oldu. Bana çok sey ögrettiler."
"SEN OLMASAN BEN NE YAPARDIM?"
Peki Nezihe Hanım kızmaz mıydı acaba sevgili esine: "Bilmezdi ki o... Bilse bile üzerine gitmek istemezdi. Benim çok yakınım, iyi arkadasımdı. Kadın konuları hariç her seyi paylasırdık. Ben onu hayatımdan silmeye hiç kalkısmadım. Ona hep çok saygılı oldum, hiç kırmamaya gayret ettim. Ölmeden evvel de hep ellerimi tutar ve 'Iyi ki varsın Hıfzı,' derdi defalarca... 'Sen olmasan ben ne yapardım?' derdi her zaman." Hıfzı Bey'in kesinlikle standart dısı, ekstrası bol bir hayatı olmus. Sans, gayret, yetenek bir araya gelince anlatmaya çalıstıgımız bu hayat çıkmıs ortaya. Hıfzı Bey her fırsatta memnuniyetini belirtiyor ama soruyoruz tekrar; "Acaba ukde kalan bir sey var mı?" diye. Hayat dersi niteliginde bir cevap geliyor, kulagımıza küpe olsun diye: "Benim hiçbir zaman büyük hırslarım yoktu. Bir defa hiç para kazanmaya falan yönelmedim hayatımda. Yazarlıktan da ben para kazanmayı ümit etmedim. Ama kitaplarım iyi bastı, iyi satıyor. Baskı yapınca sevindim, okunuyor dedim. Ben bunlardan mutlu oldum. Yazdıklarımın okunmasından, tanınmaktan..."
MELİH CEVDET, YAŞAR KEMAL'İ CAMDAN ATACAKTI
"Melih Cevdet Anday Ankara'dan gelmişti, işsizdi. Melih'e gazetede bir şeyler ayarlamaya çalıştım; röportaj başına 5 lira alıyordu. Sonra sanat sayfası yapalım dedik, başına Melih geçti. Tabii Melih'in sanatçı, şair, edebiyatçı arkadaşları var, onlar para almadan yazı yazıyordu. Gayet devrimci yaklaşımlar oluyordu. Oktay Rifat, Orhan Kemal falan daha sık gelir olmuştu gazeteye. Necmettin Sadak'ın damadı Necdet vardı, Kaleci Necdet. O, gazetenin patronu Kazım Bey'e baskı yaptı. Kazım Bey de 'Yarın öbür gün gazeteyi öğrenciler basar, burası iyice komünist yuvası haline geldi, Melih'i bu gazeteye bir daha sokmam, kovarım' dedi. O zaman bizimle çalışan Orhan Taşçı diye bir genç vardı, ona dedim ki: 'Git aşağıda Melih'i bekle. Gazeteye gelirse olay çıkacak, gelmesin. İki saat sonra çıkacağım. Havra diye bir meyhane var Sultanhamam'da; orada buluşalım,' dedim. Melih'e anlattım durumu. Ve Melih'le aramızda hiçbir kopukluk olmadı. Arkadaşlığımız bütün sıcaklığıyla devam etti. Arkadaşlığımız 1953'te başladı, 25 yıl Melih benim en yakın arkadaşımdı. Melih Cevdet'in arkadaşlıkları o zamanlar uzun sürmüyordu. Yakın dostlarıyla kavgalar ediyordu. Kimse de anlamıyordu neden böyle yaptığını. Vala Nurettin yakın arkadaşıydı, onunla da kavga etti, Sabahattin Ali'yle de öyle oldu. Ankara'da Nurullah Ataç'ı tekmelemeye kalkmıştı... Mehmet Ali Aybar'a, Oktay Rifat'a darıldı. Bedri Rahmi'yi dövmeye kalktı dövdü de zaten. Bir iddiaya göre Yaşar Kemal'i de pencereden atmaya kalkmış... Sinirli biriydi. Bir tek kavga etmediği insan bendim. 20 sene sonra Cumhuriyet'te anılarını yazarken 'Hıfzı beni kovdu,' yazdı. Üzüldüm çok üzüldüm. Ve her fırsatta bunu açıkladım. Hâlâ anlamıyorum; ya bunu nasıl uydurabilir?"
FİKRET MUALLA GARSONLARA RESİM SATIYORDU
"Paris'e ilk gittiğimde 'Türk insanları' diye bir yazı dizisi yapayım diye düşündüm. Fikret Mualla ile görüşmek isteyince arkadaşlarım adresini verdi ama uyardılar: 'Kaçık herifin tekidir, seni kovabilir, hazırlık ol,' dediler. Gittim, altıncı katta bir odada kalıyor. Kendimi tanıttım. 'Hoş geldiniz, buyurun,' dedi. Pejmürde bir adam, üzerinde hırka var, yakasını çengelli iğne ile tutturmuş. Odaya girdim; bir divan, bir masa var. Duvardan duvara ip germiş üzerinde, atlet, don asmış, çamaşır kurutuyor. Böyle bir adam, biraları içip içip şişeleri aşağı atıyormuş, serseri ruhlu biri. Konuşması anlaşılmıyor, konudan konuya atlıyor; mecburen sen de ona ayak uyduruyorsun. Ama Türkiye'ye, Türkçeye hasret. Ahbap olduk. Bana 'Bir resim al,' dedi. Ama ben doktora için oradayım, imkanlarım çok kısıtlı. 'Olsun ben veriyorum,' dedi. 'Bu kadar değerli bir resmi kabul edemem,'dedim. O zaman 'Cebinde ne varsa ver,' dedi. 20 frank vardı, verdim. O parayla aşağıdaki kafede bana şarap ısmarladı, bir de sigara aldı. Meyhanede resim yapıyor, sonra garsonlara müşterilere 5 franka satıyor, o parayı hemen içkiye yatırıyordu. Muntazaman mektuplaşırdık, ama çoğu mektubu küfür dolu olurdu. En son ölümünden iki-üç ay önce gördüm."
NâZIM ÖDÜN VERMEDİ
"Nâzım buradan Moskova'ya gitti ve orada bir takım güçlüklerle karşılaştı. Yaşadığı güçlükleri yazmadı, anlatmadı. Ama dost çevresinde bunlar konuşuluyordu. Nâzım'ın dostları benim de dostum olmuştu. Nâzım'la Paris'te tanıştım. Fakat hikayelerinin çoğunu dostlarından dinledim. Nâzım Moskova'da baskı altındaydı ama bunları dışarıya duyurmadı. Çünkü inandığı ideolojiyi sarsmak istemiyordu: 'Uygulamada bazı aksamalar olur,' dedi. 'Bunlara tahammül etmek ve içerde mücadele etmek lazım,' dedi. Ben bunları yansıtmaya çalıştım. Nâzım'ın alet, uşak olmadığını, direndiğini, ödün vermediğini anlatmaya çalıştım."
ÇOK EKONOMİK GÜÇLÜK ÇEKTİK
"Ailenin bir adı vardı ama babam bir süre sonra işleri yürütemedi. Anneannem velim olurdu. Galatasaray'a yazdırdı beni, üç aylığından benim okul paramı verdi. Bir süre sonra yatılıdan gündüzlüye geçmem gerekti, fakat zorluklar çıktı. Fakirlik kağıdı çıkartmam gerekiyordu her sene. Babam adına 'Mali vaziyetim sarsılmıştır, oğlumu gündüzlü okutacak param yok,' diye dilekçe yazıyor; muhtarlık, kaymakamlık kapı kapı dolaşıp imza topluyordum. Çok ağır geliyordu bana. O dilekçe Ankara'ya kadar gidip geliyordu. Okul açılıyordu ve izin gelmediği için ben bir türlü başlayamıyordum derslere. Her sene iki hafta geç gidiyordum okula. Rezil oluyordum..."
NAMIK KEMAL'İ YAZIYOR
"Şimdi Namık Kemal'i yazıyorum. Karşılaştığım herkese Namık Kemal'i soruyorum. Herkes 'Vatan şairiydi,' diyor, bu kadar. Kitapları, oyunları var ama Namık Kemal'in hayatı bilinmiyor. Birçok kitap topladım, okudum. Ve şunu gördüm Namık Kemal'de; ömrü sürgünde geçmiş bir adam ve yakınlarına binlerce mektup göndermiş. Ve o mektuplarında hiç de yazılarındaki gibi bir Namık Kemal yok. Çok içten, küfürbaz bir adam çıkıyor karşımıza. 'Hergele,' diyor, 'Ulan eşek oğlu eşek,' diyor. Gayet bohem bir hayatı var, bunlar bana çok sıcak geldi. Namık Kemal'in yaşamında büyük güçlükler var. Aydınlanmanın farkında değil ama özgürlükçü, Batılılaşmadan yana..."
"BEN MELİHA, BURADAYIM"
Yıl 1938. Hıfzı Topuz 15 yaşında izci grubuyla birlikte Ankara'ya gidiyor. Ve orada ilk aşkıyla tanışıyor. İstanbul'a geldiğinde özlem dolu bir mektup alıyor Meliha'dan ve bir daha görüşemiyorlar, mektubu hâlâ saklıyor ve merak ediyor Meliha'yı. Diyor ki "Bir haber gelse değil mi? 'Ben Meliha, buradayım,' dese."