ARAP DüNYASININ EN ünlü yazarlarından olan Suriyeli şair Adonis, ülkesinin Devlet Başkanı Beşir Esad'a açık bir mektup yazınca geçmişteki devrimci hareketlerin fitilini ateşleyen bir gelişmeyi beklemek çok da anormal değildi. Entelektüel bir kahraman baskıcı bir yöneticinin karşısına çıkıyor ve bir ulusun dertlerini etkileyici sözlerle dile getiriyor. En azından beklenti buydu. Oysa Fransa'da sürgün yaşayan şair birçok Suriyeliyi derin bir hayal kırıklığına uğrattı. Haziran ortasında kaleme aldığı mektup bazı eleştiriler içermekle beraber Mart'tan beri ülkeyi kasıp kavuran protesto gösterilerini küçümsüyor, hatta yüzlerce Suriyelinin canına mal olan acımasız müdahaleleri yok sayıyordu. Geriye dönüp bakınca bu olay aslında önemli bir gerçeği gözler önüne seriyor. Yani, Arap dünyasının yıllanmış (ve çoğu Adonis gibi eski radikal olan) aydınlarıyla Arap Baharı'ndaki gösterilerin başını çeken ve çoğunun adı bilinmeyen gençler arasındaki şaşırtıcı uçurumu. Bu biraz da devlet zulmüyle boğucu dini muhafazakârlık arasında kalan Arap aydınlarının onlarca yıldır yaşadığı baskıyı gösteriyor. Aydınların birçoğu ya hükümetlerinin (veya Körfez kaynaklı petrol parasının) yanında yer aldı, ya da sürgüne gitmeye zorlandı ve orada kendi toplumlarının yaşayan gerçekliğiyle bağları koptu. Ülkelerinde kalanlarsa geçen yılın isyanlarını çoğunlukla alkışladı, hatta kalabalıklarla beraber yürüdü. Fakat onların başında yer almadılar ve nereye varacağını kestiremedikleri hareketlerin karşısında çoğu zaman dehşet ve şaşkınlığa kapıldılar. Bir de aydın rolünün değerini yitirip bir mikro blog yazarından farkının kalmaması gibi bir gerçek var. Bazıları bunda bir sorun görmüyor. Arap Baharı hakkında etraflıca yazmış olan ve bugün New York Üniversitesi'nde ders veren Irak doğumlu şair ve romancı Sinan Antoon, "Bir devrimin başını çekmek için aydınlara ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum. Kahramanların önderlik edeceği hareketler kalmadı artık" diyor. Bu görüş tartışılabilir elbette. 1776'dan itibaren çağdaş devrimlerin neredeyse hepsine entelektüel öncüler yön vermiştir. Thomas Paine'den Lenin'e, Mao'dan Vaclav Havel'e düşünürler ve ideologlar ayaklanmaların belli bir vizyon etrafında birleşmesini sağlamış veya halkın taleplerinin simgesi haline gelmiştir. Nitekim Suriye'de süregelen devrimin lidersizliği, gizli polisin baskıcı tutumunu etkisiz hale getirmesine rağmen, bir sorun haline gelmeye başladı bile. Suriyeli bir filozof olan Sadık Celal el-Azm, "Kimse devrimi gasp etmekle suçlanmak istemiyor. Fakat aşırıya varan bu korku artık bir engele dönüşüyor" diyor. Aydınların mevcut ayaklanmalar karşısındaki sessizliği bir bakıma eski nesillerin kof devrimci söylemlerine verilen bir tepki. Arap milliyetçiliği 1930'larda ve 1940'larda, bölgeyi sömürgeci geçmişinden, geri kalmışlık ve aşiretçiliğinden kurtarmayı umut eden dönemin idealist gençleriyle başlamıştı. Fakat Baas Partisi ve onun muğlâk fikirleri çok geçmeden Suriye ve Irak'taki subaylarca gasp edilip sloganlardan ibaret bir hale getirildi. Hâlbuki o subayların "devrimci" liderliği eski aşiretçilik ve despotlukların farklı bir kılık altında devamından başka bir şey değildi. Arap milliyetçiliği kendini tanrısal bir aydın olarak gören, kendi kutsal kitabını çıkaran ve Libya'nın talihsiz insanlarına Evrensel Üçüncü Yol kuramını dayatan Albay Muammer Kaddafi'yle doruğuna (ya da dip noktasına) ulaştı. Mısır'da da Arap sosyalizmi çok geçmeden diktatörlüğün ve ister yurt içinde, ister yurt dışında acımasız politikaların bahanesi haline geldi. Arap Baharı'na önderlik eden göstericiler seleflerinin bayat uluslararası söylemlerinden usanmışlardı. Onlar asıl kendi toplumlarının başarısızlıkları üstünde durmak istiyorlardı. Londra merkezli Arapça gazete Al Hayat'ın siyaset editörü Hazım Sagiye, "Eskiden her şey dış etkenlere bağlanırdı. Örneğin, Amerikan yandaşı mısın, karşıtı mısın; İsrail'in rolü nedir vesaire. Ama bu devrim bambaşka" diyor. O noktadan temel haklar ve yurtta demokrasi fikrine bir geçiş yaşandıysa bunun bir sebebi var. On yıl önceki kısa süreli "Şam Baharı" sırasında Suriyeli aydınlar daha fazla hak ve açıklık çağrısıyla 99 Bildirgesi'ne imza atmışlardı. Sonrasında birçoğu tutuklandı. Onların (ve Mısır'daki benzerlerinin) cesaret ve metaneti bu yılki ayaklanmalara sessizce zemin hazırlamış olabilir. Fakat o aydınların laik dili, siyasi İslam'ın ağırlık kazandığı toplumlarda pek karşılık bulamadığı için fazla dinleyici bulamadı. İslami reformcuların da durumu pek farklı değil. Mısırlı akademisyen Hasan Hanefi 1980'lerde bir "İslam Solunun" kurulması için çağrı yaptığında sapkın damgası yemişti. Fakat Arap aydınlarının hepsi bu tuzağa düşmedi. Mısırlı romancı Alâ el-Asvani son yıllarda Hüsnü Mübarek yönetimini sert bir dille eleştirmeye başlamıştı. Tutuklanmamasının tek nedeni şöhretiydi. Ocak'ta Tahrir Meydanı'ndaki kalabalıklarla konuşan ilk yazarlardan biriydi Asvani. Mart'ta da Mübarek'in atadığı Başbakan Ahmet Şefik'le televizyonda tartıştı ve onu perişan etti. Mısır'ı idare eden askeri konsey ertesi gün Başbakan Şefik'i görevden aldığında birçok kimse bu başarının Asvani'ye ait olduğunu düşünüyordu. Fakat Asvani, Tahrir Meydanı'ndaki göstericilerin taleplerine tercüman olmaktan başka bir hedefinin olmadığını açıkça dile getirdi. İletişimdeki ve yeni bakış açılarının ortaya çıkışındaki hıza bakılırsa önceki devrimlerin ideolojik zeminleri demode kalmış olabilir. Uluslararası Kriz Grubu'nda kıdemli analist olan Peter Harling, "Her şey çok akışkan, çok hareketli, çok karmaşık. Bir model ortaya atmak çok zor. İnsanlar yaşadıkları şeyi bazı açılardan aydınlatan kısa açıklamalar istiyor, büyük teoriler değil" diyor. Arap Baharı'ndan çıkan herhangi bir fikir varsa, o da genelde "Türk Modeline" bağlanabilir. Ilımlı dini muhafazakârlık ve demokratik yönetimin harmanlandığı bu modelin Arap ülkelerinde benzer bir başarıya ilham kaynağı olabileceği, sık sık işitilen bir umut. Fakat bu aslında sığ bir benzetme ve o yüzden de hayal kırıklığı yaratabilir. Türkiye'nin deneyimini tekrar etmek hiç de kolay değil ve bu biraz da bu ülkenin geleneklere karşı tam bir devrim gerçekleştirmiş olmasından kaynaklanıyor. Türkiye, 20'nci yüzyıl Arap aydınlarının ancak lafa dökebildiği bir hedefi gerçekleştirdi. 1920'lerin başlarından itibaren Türkiye'nin büyük lideri Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin eğitim sistemini baştan aşağı değiştirdi. Halifeliğe son verdi, hukuk sistemini sil baştan yeniledi ve dinle devleti kesin bir şekilde ayırdı. İlk seçimler 1946'da yapıldı ve ancak onlarca yıllık uğraşların (ve birkaç askeri darbenin) ardından Türkiye demokrasisiyle övgü toplamaya başladı. Bu zorlu hazırlık süreci olmadan Arap dünyasının yeni devrimcileri, ne kadar okursa okusunlar, tarihi ancak tekerrür ettirebilirler. Muammer Kaddafi'nin ölümünü izleyen coşkulu günlerde Arapça olarak muzaffer internet mesajları havada uçuşurken arada birkaç kuşkulu ses de işitildi. Örneğin, Arap bir Twitter kullanıcısı, "Kaddafi'nin ölümü yöneticiler kadar devrimcilere de ders olsun. Ve başka yerlerdeki devrimciler şunu hatırlasın ki, 40 yıl önce Kaddafi de kendi devrimini yaparak iktidara gelmişti" diye yazıyordu.