Türkiye'de bazı şeyler hiç değişmiyor. Örneğin birkaç damla yağmurun asfaltla buluşmasıyla irili faklı birçok kazanın yolları arap saçına çevirmesi, yaşamakta olduğumuz günlere uygun düşen örneklerden biri. Özellikle İstanbul gibi metropollerde sabah ve akşam saatlerinde yaşanan trafik sıkışıklıkları zaten sürücüleri yeterince zorlarken, yaşan her bir kaza, sıkıntının katlanmasına sebep oluyor.
Sürücülerin bilgisizliği ve duyarsızlığı
Trafik kazasına sebep olan sürücülere kazanın nasıl gerçekleştiği sorulduğunda genellikle benzer yanıtlar alınır: "Frene bastım ama durmadı" ya da "birdenbire kaydı" gibi. Bu sürücülere göre, kazanın asıl sorumlusu otomobildir. Halbuki otomobil, kendi kendine hareket etme, durma, yön değiştirme gibi eylemleri gerçekleştiremez. Sürücüler, koşullara uygun hızda seyrediyor olsa, frene doğru zamanda doğru şekilde bassalar ya da viraja uygun hızda uygun açıyla girseler bu kazalar olmaz.
Takip mesafesini ciddiye alın
Birden fazla sayıda aracın karıştığı kazalarda temel sebepler dikkatsizlik ve takip mesafesine uyulmaması. Maalesef Türkiye'de neredeyse hiç kimse takip mesafesi kuralına uymuyor. Bir aracın toplam duruş mesafesi içinde beş farklı unsur ve süreç yer alıyor. Bunlar: Fark etme, algılama mesafesi, ayağı fren pedalına götürme mesafesi, fren basıncı uygulama mesafesi ve fren mesafesi şeklinde sıralanır. 100 km/s hızla giden ortalama bir sürücünün durmasına kadar geçen süre içindeki aşamalarsa şöyle: Öndeki aracın fren lambalarını görüp durumu kavrayıncaya kadar 1 sn, fren yapılması gerekliliğini algılama 0.2 sn, ayağı fren pedalına götürme 0.5 sn, fren basıncı uygulama 0.2 sn ve fren de 2.97 sn. Bu süreleri metreye çevirdiğimizde karşımıza çarpıcı bir sonuç çıkıyor. Bu sürücü 100 km/s ile giderken toplam 80 metrede durabiliyor ve frenin devreye girmesine kadar ki sürede araç 40 metre yol alıyor. Yani araç yaklaşık 5 saniyede durdurulabiliyor. Her aracın aynı duruş mesafesine sahip olmadığı ve sürücüler arasında algılama hızı farklılıkları olduğu da göz önüne alınırsa takip mesafesinin önemi daha iyi anlaşılabilir. Genelde öndeki araçla takip mesafesinin 2 saniye olması gerektiği söylense de özellikle Türkiye yol şartlarında 3 saniye daha güvenlidir. Önünüzde, ilerideki trafiği görmenizi engelleyen bir araç varsa takip mesafesini 1 saniye daha arttırın. Yağmurlu, karlı ve sisli havalarda bu sürenin 4-5 saniyeye çıkarılması gerekir. Takip mesafesinin doğruluğunu tayin için öndeki aracın geçtiği bir direk, ağaç ya da trafik levhasını kerteriz alabilirsiniz. Öndeki araç o nesnenin yanından geçtikten sonra "bin bir, bin iki, bin üç" şeklinde saydığınızda üçüncü saniyede siz de aynı nesnenin yanındaysanız asgari takip mesafesindesiniz.
Başrol lastiklerin
Kış mevsimiyle birlikte lastiklerin kazalardaki rolü artar, hatta bazı durumlarda başrolü oynar. Diş derinliği 3 mm'nin altına düşen lastiklerin özellikle ıslak ve karlı zemindeki performansı ciddi oranda düşer. Diş derinliği 1.6 mm'nin altındaki lastiklerin kullanılması ise kesinlikle tehlikelidir. Zaten kanunen de yasaktır. Diş derinliği azalmaya başlayan lastiğin su deşarj kapasitesi azaldığı için yol yüzeyinde su tabakasını tahliye etme kabiliyeti azalır ve aquaplanning yani suda kızaklamanın daha erken başlamasına sebep olur. Bir otomobil su üzerinde "yüzmeye" başladığında sürücü hiçbir şekilde otomobili yönlendiremez, yavaşlatamaz ya da hızlandıramaz. Kızaklamanın başladığı anda otomobil nereye doğru gidiyorsa, lastikler yere tutunmaya başlayıncaya kadar aynı doğrultuda hareket etmeye devam eder. Yapılması gereken, manuel şanzımanlı araçlarda debriyaja basıp, otomatik şanzımanda ise gaz pedalını bırakıp lastiklerin tutunmasını beklemek. Su birikintilerine karşı en iyi önlemler, yeni lastikler ve ani direksiyon, gaz ve fren hareketlerinden kaçınmak.
Sadece en iyiler hayatta kalır!
TRAFİKTE yaşanan çarpışmaları, yoldan çıkmaları, yayalara zarar vermeyi "trafik kazası" olarak adlandırmayı doğru bulmuyorum. "Kaza" istenmeden gerçekleşen bir olaydır. Akıl yoluyla oluşturulmuş kurallara ve fizik kanunlarına uymamakta direnenler yüzünden gerçekleşen bu olaylar nasıl "kaza" kapsamına sokulabilir ki? Uygar olmanın göstergelerinden biri o ülkenin trafik koşullarıdır. Trafik kurallarına uyma açısından bakıldığında Türkiye uygar bir ülke değil. Kırmızı ışıkta geçme, hatalı sollama, yakın takip, emniyet şeridini ihlalin yaygın olduğu bir ülkede uygarlıktan söz etmek de mümkün olamaz. Peki, bu sorunu ortadan kaldırmanın yolu nereden geçiyor? Tabii ki eğitim ve cezanın etkili biçimde uygulanmasından. Sürücü belgesi verilirken eğitim sorunu aşmak için, 1980'li yılların sonlarında sürücü kursları yöntemi devreye sokuldu. Ancak çok iyi biliyoruz ki, derse girmeden sürücü belgesi alan birçok kişi yollarda. Bunun yanı sıra sürücü kurslarında eğitmenlik yapanların yeterlilikleri de tartışmalı. Önce eğitmenleri eğitecek ve yeterliliklerinin sağlamasını yapacak bir sistem kurulmalı. Ceza konusuna gelince; para cezalarının caydırıcı olduğunu söylemek safdillik olur. Ayrıca son dönemde büyük şehirlerde yaygınlaşmaya başlayan elektronik denetleme sistemleri dışında tavizsiz bir denetleme mekanizması da yok. İşte bu iki unsur ciddiyetle ele alınır ve uygulanırsa kısa vadede bile trafik kazalarında önemli düşüşler sağlanabilir. Böylece vahşi doğa belgesellerine taş çıkartan yollarımıza da biraz düzen ve uygarlık gelir. 1996'da Mercedes-Benz'in Güvenli Sürüş Eğitimi'ndeki pratik egzersizlerin birinde elimi otomobilin kapı camına vurdum ve elimin dış kısmı şişti. Bu ciddi eğitimi yarıda bırakmamak için sargılı elimle eğitime devam ettim. Eğitimin sonunda biraz da eğlence amaçlı olarak düzenlenen yarışta sol elimi tam kullanamama rağmen en iyi zamana imza attım. Ama birkaç kukayı devirdiğim için zaman cezası alarak, yarışı üçüncü sırada tamamladım. Ödül töreninde Mercedes-Benz'in üst düzey yöneticilerinden biri sol elim sarılı olduğu halde gösterdiğim başarıyı överek sordu "Türkiye'deki diğer sürücüler de sizin gibi mi?". "Evet" diye cevap verdim ve ekledim "Tüm Türk sürücüler çok iyidir; çünkü sadece en iyiler hayatta kalır!" Aynı vahşi doğa belgesellerinde olduğu gibi…Artık buna dur demek gerekmiyor mu?
Halit BOLKAN