Şimdi birileri de haftanın beş günü sabahları küfrede küfrede kalkıp işe diye buraya mı geliyor? Kıskanmamak elde değil. İnsanın hayatı okul yıllarına geri sarıp başka model bir kariyer planı yapası ve Borusan'a CV yollayası geliyor! Bir kere o Perili Köşk ne muazzam bir konumda ve ne şahane bir bina. Rumelihisarı'ndaki mekan zaten doğal bir biçimde nefes kesiyor; sekizinci kattaki teras ve dokuzuncu kattaki Cihannüma ha bire aynı cümleyi sayıklatıyor: Of, burada da amma acayip ofis partisi olur! Bu doğal avantajın yanı sıra, düşünün ki duvarlarda, koridorlarda, merdivenlerde, hep dokunabileceğiniz mesafede, sürüyle çağdaş sanat eseri var. Patronunuz (Ahmet Kocabıyık), yıllar içinde topladığı koleksiyonunu evinde saklamak yerine işyerinde sizin paylaşımınıza açmış. Ve artık, bizim de! Borusan'ın yönetim merkezi olan Perili Köşk (Yusuf Ziya Paşa Köşkü), hafta içi böyle imrendirici bir işyeri. Cumartesi-pazar 10:00-20:00 saatlerinde ziyaret edilebilecek bir çağdaş sanat müzesi: Borusan Contemporary. Resimden yerleştirmeye, videodan ışık heykellerin değişik tekniklerde işlerin yer aldığı kurumsal koleksiyondan ilk seçmece, 'Segment 1' başlığıyla binanın her köşesine yayılmış. Şahsi 'en akıldan çıkmaz'larım:
1. İsrailli Daniel Rozin'in, 768 adet aynadan oluşturduğu aynaların aynası Mirrors Mirror. Sonsuz oyun.
2. Alman Peter Vogel'in Blue Ligths adlı sese hassas oyuncağı.
3. Şilili Ivan Navarro'nun neon, kontrplak ve aynadan oluşan göz kamaştırıcı Exodo'su.
4. İsviçreli Roman Signer'ın 56 Kleine Helikopter başlıklı videosu. 5. ABD'li Alan Rath'ın Flying Eyeballs isimli, insanın gözünü alamadığı uçan göz küreleri. Bu 'Segment 1' ile birlikte 11 Aralık'a kadar açık kalacak bir sergi daha var burada, adı Yedi Yeni İş. Bu işlerden özellikle birini, Esra Ersen'in Kanarya Operası Oyuncu Seçimi'ni görmenizi çok isterim. Ersen'in filminde, bir kanarya sevenler derneğinin üyelerini, bazı metinleri acemice seslendirirken görüyoruz. Hepsi de tiradının bir yerinde "Falanca filanca, bir kanarya sevenler derneği değildir," diyor. Metinler, bazı belgelerden, gerçekten yayımlanmış köşelerden alınmış. Ve bütün o sivil toplum örgütleri, sendikalar, siyasi partiler, bürokratlar, çaba ve eylemlerinin önemini anlatmak için aynı şeyi yapıyor: Kanarya sevenler derneği olmadıklarını vurguluyorlar! Sanki kendini yüceltmenin yolu, kanarya sevenler derneğine vurmaktan geçiyor! Dokunaklı, ibretlik ve absürt. Mutlak görün. Kanarya Operası Oyuncu Seçimi'ni de, Borusan Contemporary'yi de...
Don Draper'la kırıştırıyormuş kadar zevk veren bir kitap
Taschen, insanın içini gıdıklayan, avucunu kaşındıran çok kitap basar. Ama bu bambaşka bir şey. 20th Century Travel'da 100 yıllık seyahat ilanlarını derlemişler. Nasıl ama nasıl güzeller, anlatılır gibi değil. İllüstrasyonların hepsi birbirinden çekici. Bir yandan da seyahat sektörünün doğuşunun ve nerden nereye varışının görsel tarihi gibi. 100 yıl önce tatil demek, mecburiyet dışında keyfi seyahat demek, sadece sınırsız bütçesi, sonsuz vakti olan parmakla sayılacak kadar az kişinin ilgi alanına girerken, yıllar içinde nasıl da normalleşiyor. Trenden uçağa kullanılan vasıtalar, değişen destinasyonlar, seçilen sloganlar nasıl farklılık gösteriyor... Seyahat vesilesiyle Amerikan kültürüne ayna tutuyor kitap. Bir de tabii her sayfasında Mad Men'i çağrıştırıyor. İnsan kendini Don Draper'la karşılıklı viski içip, parlak kampanya fikri bulurken yakalıyor!
Mutluluk kaynağı: LAVANTALI DONDURMA
Ne çocukluğumuzun vişnelisi, kaymağı duruyordu, ne de vizeli diyarlarda görüp özendiğimiz alengirli çeşitler gelmişti; birkaç yıl öncesine kadar dondurma alemi son derece tenhaydı. Dön dolaş, yol gene Moda'daki Ali'de, Bebek'teki Mini'de tıkanıyordu. Koca Bağdat Caddesi'nin iftihar ettiği bir dondurmacısı olmaması inanılır gibi değildi. Son yıllarda hakikaten iyi dondurmacılar peydahlandı. Girandola'nın Malaga'sının ve Mojito'sunun mesela, kulağını çınlatmıştık burada. Bir süredir Caddebostan'da Dondurmacci diye ufak bir dükkan var. Gayet değişik çeşitler yapıyorlar, denediğinize meftun oluyorsunuz. Bitter çikolataportakal- konyak kombini pek nefis, güllüsünü başka yerde kolay bulamazsınız. Bodrum mandalinalısı sanki meyveleri bizzat ağaçtan toplamaktasınız tazeliği veriyor; satsumanın kabuğunun rendesini, pütürünü basbayağı çiğniyorsunuz. Fakat insanı adeta masallar diyarına sürükleyen asıl tat, lavantalısı. Dondurma zaten her halükarda mutluluk kaynağıdır. Ama burada ilave olarak sanki bir lavanta çiftliğinde dolaşıyorsunuz hali hakim. Bazı kokular, koku olarak sevilir ama sofraya yakışmaz. Lavanta, eğreti durmuyor. Son yıllarda lavantalı ekmek, lavantalı çikolata filan da yapıyorlar ve yakışıyor. Fakat Dondurmacci'nin lavantalı dondurması, türün şimdiye kadar denk geldiğim en başarılı örneği. Mutluluk hissi ve damağınızdaki ferah rayiha uzun ömürlü oluyor.
Yerli dizilerdeki şişe mantarı
Birkaç hafta önce Haşmet Babaoğlu "TV dizileri... Zenginler neden bu kadar karikatür?" diye soruyordu: "Dizilerdeki zenginler bir tuhaf! Yoksulluğu alabildiğine 'sahici' anlatan; orta sınıfı bütün gizli perişanlıklarıyla ortaya seren dizilerimiz iş burjuvaları anlatmaya gelince berbat klişelere saplanıyor." (21 Eylül, SABAH) Başka nedenleri de vardır elbette, ama bir sebep de şu: Çünkü dizilerin senaristleri, yönetmenleri, o burjuva dünyasını yeteri kadar iyi tanımıyor. Oradaki yaşam tarzına, üsluba, adet ve alışkanlıklara hakim değil. 'Zengin'i hâlâ göbekli çizen, zavallı demode karikatüristler gibiler. Artık göbekli zengin mi kaldı? Buna ancak oksimoron denir. Tam da o dünyanın gündelik hayatına uzak olduklarının en büyük kanıtlarından biri, şarap servisi. Yerli dizilerin hemen hepsinde insanı çıldırtan bir mantar sevdası var. Eğer yemek masasında şarap içiliyorsa, her seferinde hep aynı şey oluyor: Şarap şişesini eline alan adam, daha önce açılmış olmasına rağmen şişenin ağzında duran mantarı çıkarıp kenara koyuyor, şarabı kadehlere doldurduktan sonra da mantarı tekrar alıp şişenin ağzına tıkıştırıyor! Bu nasıl şey Allah aşkına? Şarabı havalandırmanın cereyan yapacağı mı düşünülüyor? Karafa neden karafatma kadar uzak duruluyor? Amerika'da ilk piyasaya çıktığında olay olmuştu; şarabı açtıktan sonra havalandırmaya vaktiniz yoksa kullanasınız diye, şişenin ağzına takılan, kadehi doldururken şarabı lokur lokur diye hareketlendirip havalandıran aparatlar var, artık Türkiye'de de satılıyor. Adamlar bu icatları, mantarı gerisingeri şişeye dürtmeyi akıl edemedikleri için mi yapıyor?
Rehberi New York Times olanın, zahteri mercanköşk olur!
Bu furya ilk başladığında, her defasında nasıl da heyecanlanır, gururlanırdık. Eurovizyon derecesi gibi bir şeydi. Bizden bahsediyorlardı. Bizden sitayişle bahsediyorlardı. Yılların kaale alınmamışlığının üstüne, daha ne isterdik... En fazla 10 yıllık bir hikaye bu. Türkiye, bilhassa da İstanbul, giderek daha fazla ilgi çeker oldu; dünya basını burayı keşfedip şiş kebaptan fazlasını gördü. Bir yanda Kapalıçarşı, öbür yanda Autoban tasarımları, burada esnaf lokantaları orada Changa'lar; Boğaz'ı filan hiç saymayalım, o çeşitlilik, keşmekeş, enerji, "Vay be!" oldular. Haberler birbiri ardına dizildi. Nice havalı kaç kuşaktan İstanbullu, fazla derme çatma bulduğu için burun kıvırdığı, normal şartlarda semtine uğramayacağı nice lokantayı, dükkanı bu yöntemle öğrendi. Beşiktaş'taki Bulgar'ın Yeri'yle (Pando), Kadıköy'deki Çiya'yla, The New York Times, Wallpaper ve Monocle üstünden tanışıldı. Artık alıştık sayılır. İstanbul bir gazeteye, eke, dergiye konu edildiğinde, beş sene önceki kadar delirmiyoruz. Ama gene de Cavit'in resmini öyle yarım sayfa açılmış görünce bir hoş oldum doğrusu! The New York Times'ın Travel eki, son sayısında İstanbul mutfağına bir sayfa yer vermiş. Liesl Schillinger'in İstanbul'a dördüncü gelişiymiş bu, şehre methiyeden sonra, farklı tarz ve lezzetteki beş tane lokanta tecrübesini anlatmış: Asmalı Cavit, Pera Palas'taki Agatha, Münferit, Şehzade Erzurum Cağ Kebabı, Akdeniz Hatay Sofrası. Bazıları defalarca gittiğimiz yerler olduğu için, açıkçası kusur bulma niyetiyle okudum. Şöyle oluyor çünkü bazen; bin kere gitmenize rağmen bir kere bile sipariş etmediğiniz, oranın hiç de alametifarikası sayılamayacak bir şeyi yiyeceği tutuyor nedense birinin, sonra da geçmiş olsun. Schillinger, gayet bilinçli ve bonkör seçimler yapmış. Ruhunu da anlamış, tadını da almış gittiği yerlerin. Cuma gece yarısından sonra Münferit'ten çıkarken 'speaker'lardan (hoparlörlerden) "I'm in with the in crowd," (popüler kalabalığın bir parçasıyım) sözlerinin duyulduğunu ve bunun pekala mekanın 'theme song'u (tanıtım şarkısı) olabileceğini söylüyor. Ki haklı, gazetelerde Derin Mermerci'nin Paris'e gitmeden önce son davetini burada verdiğinin haberleri vardı bu hafta. Asmalı Cavit'in meyhaneler arasında yemeğiyle öne çıktığının hakkını vermiş, finalde neyse ki o güzelim hamsilerden yemiş. Akdeniz Hatay Sofrası'nda da elini korkak alıştırmamış ve sonunda da tuzda tavuk ritüeline girmiş. İçime sinmeyen iki şey var: 1. Asmalı Cavit'in patlıcan salatasında beşamel olmasa gerek. 2. Akdeniz Hatay Sofrası'nda, yabani mercanköşk iddiasındaki şeyin zahter olmasından şüpheleniyorum.