GİDENLERİN ÖYKÜSÜ
Almanya'ya göçün neresinden 'sıkarsanız' film çıkıyordu. Tabii ilk filmler, gidenlerin yaşadıkları üzerineydi. Yaşanılan kültür şoku, genelde Türk işçilerin Alman kadınlara âşık olması (nedense hep sarışın) üzerinden anlatılıyordu. 1966 yapımı Turist Ömer Almanya'da'nın (filmin kopyası Devlet Film Arşivi'nde çıkan yangın sonucu yok olduğu için kayıp) konusundan öğrendiğimiz kadarıyla, kahramanımız Alman Helga'ya âşık olacaktı. Halit Refiğ Bir Türk'e Gönül Verdim (1969) filminde ise konuyu tersine çevirmiş, Türk bir erkeğe âşık olan Eva'nın Kayseri macerasını anlatmıştı. Bu furyanın ardından, geride kalanların öyküleri beyazperdede kendini gösterir oldu. Türkan Şoray'ın yönettiği, Kadir İnanır ile başrolde oynadığı Dönüş, bu temanın işlendiği, akıllarda en çok yer eden film. Kocasını Almanya'ya gönderen köylü bir kadının tek başına köy ortamında yaşadıklarını anlatan ve Şoray'ın hem yönetmen hem de oyuncu performansı olarak çok iyi bir sınav verdiği film, yıllarca Hasretinden Yandı Gönlüm şarkısının da dillere pelesenk olmasına vesile oldu. Beyazperdedeki bir başka tema ise, gidenlerin kısa süreli Türkiye tatillerinde yaşadıkları üzerinedir. Osman Seden'in yönettiği Bıktım Her Gün Ölmekten (1976) filminde Orhan Gencebay, geceli gündüzlü Almanya'da çalışıp para biriktirip, memleketine geldiğinde kan davası meselesi ile uğraşmak zorunda kalır. Memduh Ün'ün yönettiği Postacı'da (1984) ise gurbetçiler yan unsurdur. Postacı Adem'in, sevdiği kızı alabilmek için, kızın Almanya'da yaşayan abisinden onay alması gerekir. Nuri Akıncı'nın 1977 yapımı Alman Gelin filmi, göçün, dönemin erotik filmlerine nasıl malzeme olabileceği gösteren, seksi Alman kadın imgesini sömüren bir yapım olarak akıllarda yer edinir. Türklerin pratik zekaları ya da uyanıklılığının filmlerde işlenmesi ise başka bir tema. Gurbetçi Şaban ile Polizei, hatta Sarı Mercedes/Fikrimin İnce Gülü ise bu temaya uygun filmler olarak öne çıkar. Gurbetçi Şaban konuyu komedi olarak işlerken, Polizei bir taşlama filmidir ve hedefte Türkler ile Almanlar arasındaki ön yargılar vardır. Adalet Ağaoğlu'nun kitabından uyarlanan Sarı Mercedes/Fikrimin İnce Gülü'nde ise Tunç Okan, köyden Almanya'ya giden 'küçük insanın' kurnazlıklarının dramını anlatır.
ERKEK DE, KADIN DA DEĞİŞTİ
Sinema tarihimizdeki göçle ilgili en gerçekçi filmlerden birini ise Şerif Gören çeker. Gören, 1979 yapımı Almanya Acı Vatan'da işçilerin yaşadığı kültür şokuna, yabancılaşmaya eleştirel bir gözle bakar. Hülya Koçyiğit ile Rahmi Saltuk'un rol aldığı film, Türk erkeklerinin Almanya maceralarında nasıl dönüşüm geçirdikleri, kadına olan yaklaşımları, Almanların Türklere bakışıyla ilgili de çok iyi gözlemler içerir. Yönetmen Teyfik Başer de Kırk Metrekare Almanya'da, ülkeye büyük umutlarla giden ama kocası tarafından eve hapsedilen bir kadının yaşadıkları üzerinden, Türklerdeki feodal ve erkek egemen zihniyeti eleştirir. Uzun yıllar sansürlü kalan ve bu yıl Antalya Film Festivali'nde prömiyer yapan Korhan Yurtsever'in 1979 yapımı Kara Kafa filmi ise, Almanya'ya giden kadınların geçirdiği dönüşümü anlatması açısından önemlidir. Türklerin gelenek ve göreneklerini Almanya'ya taşıması birçok filmde irili ufaklı işlense de Sinan Çetin, Berlin in Berlin (1993) filmini gelenekler üzerine kurar. Nedense Hülya Avşar'ın mastürbasyon sahnesiyle hatırlanan film, bir ailenin çocuklarının ölümüne neden olan bir Almanın evlerine sığınmasıyla yaşadıkları üzerine gelişen olayları ele alır. Türk sinemasında 80'lerin sonu ve 90'ların başında yaşanan değişimden gurbetçi filmleri de nasibini alır. İç meselelere gerçekçi bir şekilde el atmayı yeğleyen yeni kuşak Türk sinemacıların ilgi alanlarına gurbetçiler pek de girmez. Ama tam da aynı dönemde Almanya'da yaşayan Türk yönetmenler gurbetçi meselesine yönelir. Çok kültürlü ortamda yetişen, sorunları kendi yaşamlarında birebir yaşayan bu sinemacılar, bir anlamda kendi hikayelerini beyazperdeye taşımaya başlar. Bu yönetmenlerin filmlerinde genel olarak 'Almanya acı vatan' temasını terk ettikleri görülüyor. Almanya'da yaşayan Türkler de bu ülkenin birer vatandaşı olduğu bilincine sahip oldukları için 'içeriden' daha taze ve yenilikçi filmler çekerler. Kuşak çatışması, entegrasyon sorununun sonuçları, kimlik, yabancı düşmanlığı, Türkiye ile olan duygusal bağlar gibi temalar bu filmlerde ön plana çıkar. Ama yaşanılan 'arada kalmışlık' duygusuyla o 'ara'dan öyle bakılıyor ki hem Batı'ya hem Doğu'ya, çoğu zaman işin içinden çıkamadığımız 'kimlik' meselesi hakkında önemli şeyler söylüyorlar. Öz olarak da "Önce insan olmak gerek," diyorlar. Böylece de Max Frisch'in "Biz işçi çağırdık ama 'insan' geldi," sözüne esaslı bir cevap vermiş oluyorlar.
'ALAMANCILAR' YAŞADIKLARINI KENDİLERİ ANLATIYOR
60'larda Almanya'ya giden Türk işçilerin çocukları ve torunları şimdi yeni ülkelerinde sanat alanında söz sahibiler. Bunlardan en önemlileri 90'larda ortaya çıkan sinemacılar kuşağı. Bu kuşağın ortak özelliği Almanya'da yaşamaları ve burada sinema okumaları. Tabii bu kuşağın en ünlüsü Fatih Akın. Akın, 90'lardan beri çektiği filmlerde Almanya'daki Türklerin günümüzde nasıl yaşadığıyla, kendi aralarındaki sorunlarla, Almanlarla olan ilişkilerde katedilen mesafeyle ilgili gerçekçi hikayeler anlatıyor. Altın Ayı'lı Duvara Karşı, Temmuz'da ya da Yaşamın Kıyısında gibi Türkiye- Almanya hattında geçen Sözen, Yüksel Yavuz, yönetmenin adı sayılabilir. Gurbetçi filmlerinin son örneği olan, Almanya'da doğup büyüyen Yasemin Samdereli'nin bu hafta vizyona giren Almanya'ya Hoşgeldiniz ise, neredeyse 50 yıllık süreci kara komedi olarak ele alan çıkıyor. Lakin sadece yönetmen değil, Yelda Reynaud, Mehmet Kurtuluş gibi pek çok gurbetçi oyuncunun da Türkiye- Almanya hattında mekik dokuduğu ve pek çok film ve dizide rol aldığını belirtmekte fayda var.