DİZİLERE GÖRE TÜRKİYE'NİN BÜTÜN SORUNLARI ÇÖZÜLMÜŞ
- Türkiye'de böyle bir işbirliği mümkün mü?
- Pek değil. Önyargılarımız var ve bütün mesele konuşmamakta. Birbirimizi anlamalıyız. Bir kere şu çatışmacı kültürden kurtulmalıyız. Bu çatışmacı kültürün bir reytingi var. Bütün mevzu buradan kaynaklanıyor. Ama, buradan bir yere gidemeyiz. Biz sanatçıların, sinemacıların bu çatışmadan kurtulmak için bir çaba ortaya koyması gerek.
- Sol sizi dışlıyor. Ya muhafazakar kesim?
- Sol beni yok sayarak, sağ kesim de filmlerimi izlemeyerek bana zarar veriyor (gülüyor).
- Muhafazakar dünya, seyirci olarak sinemasına sahip çıkmıyor mu?
- Çıkmıyor tabii. Ama zaten genel olarak bir seyirci sorunumuz var. Bu ülkede sinemaya 4-5 milyon insan gidiyor. Bu rakam çok komik. Bu da bize gösteriyor ki, sorun yönetmenlerde, filmlerde değil, seyircide. Diziler de bu sorunu büyütüyor.
- Biraz açalım bu sorunu isterseniz.
- Dizilerde 50'li, 60'lı yılların melodram estetiği sunuluyor. Çünkü o yıllardaki filmleri revize edip dizi haline getiriyorlar. Bu dizileri izleyince, Türkiye'nin hastane sorunu olmadığını görüyorsunuz. Kimse numara alarak acil servise girmiyor. Direkt ameliyat masasında görüyoruz. Türkiye okul sorununu, ulaşım sorununu çözmüş görünüyor. Herkes araba kullanıyor; Feriha da otobüse binerse, tek başına gidiyor. Maaşallah herkes cep telefonuyla konuşuyor da, ne kontör, ne fatura, ne kredi kartı derdi var. İşsizlik yok, herkesin işi gücü var. Bunlar masal... 1960'lardaki filmlerde bu masal anlaşılabilir. Peki ya bugün? Unutmayalım, insan gözünden kirlenir. Seyirciyi eğitmeliyiz. Eğitim de TV'den başlamalı.
Milli sinemayı İslami bulmuyorum
- Siz milli sinemanın içinde görüyor musunuz kendinizi?
- Kendimi ve sinemamı, milli sinemanın içine hiç dahil etmedim. Üstelik milli sinema, asla beğendiğim bir anlatım tarzı değildir, hatta İslami bile bulmam.
- Nasıl yani?
- Şimdi bir film nasıl milli olur, anlatayım: Filmdeki bütün kızlar kötü yola düşmüştür, boyanmışlardır filan, sürekli dans ederler. Bir tane de mütedeyyin oğlan vardır. Sadece kitap okur, namaz kılar, başka bir şey yaparken göremezsiniz. Onun annesi de mütedeyyindir. Onun dışındaki bütün insanlar kötüdür. Filmdeki kızlardan birinin başına bir felaket gelir. O kızın gözü açılır, birden caminin içinde görürüz kızı. Başında, masa örtüsüne benzeyen bir başörtüsü, dizinde eteği, ojeli tırnaklarıyla ellerini açmış, dua ederken görürüz onu. Bu, Hıristiyan anlatımıdır. Hatırlayın, çan çalar, gidilir günah çıkartılır. Oysa bizim dinimizde günah çıkartmak diye bir şey yok. Tövbe etme vardır. Tövbe de her yerde edilir. Hıristiyan filmlerindeki kiliseyi camiye, çanı ezana dönüştürüyor, sonra iyi ve kötü karakterleri de devşiriyorsun, adı milli sinema oluyor. Yıllarca filmler böyle çekilmiş. Ama bence bir talihsizliktir...
- Neden?
- Çünkü milli demek, bu topraklara, coğrafyaya ve kültüre ait demek. Sen başka kültürün unsurunu alıp, onu 'senleştirmeden', kabak gibi koyuyorsun. İyiler çok iyi, kötüler de öyle bir kötü ki, adama su verse, içinden zehir çıkar. Yıllarca böyle yapılmış. Bunun sonucunda da çok 'öteki' bir yere düşülmüş. Bir filmin dini olması için, içinde ille de dini unsurlarının gözükmesi gerekmiyor. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin... Tüm bu hikayeler bu coğrafyaya ait. İçinde din var mı? Yok. Olmalı mı? Lazımsa olur, değilse olmaz. Birilerini dönüştürmek, eskiden devrimci sinemada kullanılırdı, sonra milli sinemada kullanılır oldu.
SAĞA GÖRE, İŞİN İYİSİNİ YABANCILAR ONLAR YOKSA SOL YAPAR
- Peki son günlerdeki muhafazakar sanat tartışmasına siz nasıl bakıyorsunuz?
- Muhafazakar, yanlış bir tabir. Muhafazakarlık; çirkinliği, kötülüğü her şeyi kapatan bir durum. Dinin böyle bir vazifesi yok. Mesela İslam, muhafazakar bir din değildir, devrimci bir dindir. Sürekli yeniler kendini. Ben kendimi dindar olarak tanımlıyorum. Ayrıca ben sanatçıyım, neyi kapatayım? Şuradaki kötü sokağı, insanların hırsızlık, ahlaksızlık yapmasını, yalan söylemesini mi kapatacağım? Sanatçı olarak değiştirici ve dönüştürücüyüm. Sanatın vazifesi de budur. Her film birilerini dönüştürür. Aslolan da insanın dönüşmesidir. Ayrıca Yücel Çakmaklı'nın, Mesut Uçakan'ın filmlerine de muhafazakar demem.
- Bu tartışma sürecinde bir eleştiri var: 'Dokuz yıldır iktidardasınız, ama muhafazakar kesimin filmleri ortada yok,' deniliyor.
- Bu, bize yönelik bir eleştiri ve bu eleştiri, kulakları çınlasın Atilla Dorsay'dan da geldi. Ama haksızlık yapılıyor. Mesela benim bu filmimin senaryosunun TRT tarafından reddedildiğini biliyor musunuz?
- Yani 'İktidar bize sahip çıkmıyor,' mu diyorsunuz?
- Mümkün mü, yok böyle bir şey. İktidar kime sahip çıkıyor? Sinan Çetin'e sahip çıkıyor. Kim ona yalakalık yaparsa, ona sahip çıkıyor. Sinan'a yalaka demek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın tabii. Bize bu tür eleştirileri getirenler, 'Bunlar birbirlerini tutar,' diye düşünüyor. Sağ kesimde kemikleşmiş bir düşünce var: İşin iyisini yabancı yapar, eğer yabancı yoksa, sol yapar. Ben 35 yıldır bu düşünceden mustaribim. Hiçbir filmimi ayaklarımı uzatarak yapmadım. Kimse bana imkan sunmadı. İmkan sunanlar da, bana bir şeyleri dayattı. 5. Boyut filmim 180 dakika çıktı. Bitirdiğim zaman, 'Filme yönetmen olarak adımı yazdırmak istemiyorum,' dedim. 'Nasıl yani?' dediler. 'Çünkü bu sizin filminiz oldu, ben burada teknisyenlik yaptım,' dedim. 'Olur mu? Çok güzel film oldu,' dediler. Ben de 'Bu sizin güzeliniz, benim güzelim değil,' dedim. Çünkü algılayamıyorlar, klasik sağ işte! Bu açıdan bakıldığında muhafazakar dünyada büyük bir haksızlık var. Mesut Uçakan'ın arkadaşı Recep Tayyip Erdoğan, kankası Abdullah Gül. Ama Çektiği Anka Kuşu'na 175 bin TL gibi düşük bir devlet desteği verildi. Kendi imkanlarıyla film çekti Uçakan. Yıllar önce Gülün Bittiği Yer diye bir film yaptım, sıfır çekti bu ülkede.
- O filmde 12 Eylül'ü eleştirdiniz. Üstelik sağ'dan 12 Eylül'e dair yapılan ilk filmdir. Peki, sağ kesim neden bu hesaplaşma filmine sahip çıkmadı?
- Çıkmadı. O zaman bana 'Sen dik durmadın,' dediler. Soru bile sormadılar. Benim üzüldüğüm de bu. Oysa sağdan kimse bir şey diyemezken, ben 12 Eylül'ü eleştirmiştim. Ama zaten muhafazakar kesimin sinemaya gitme alışkanlığı yok.
- Neden yok?
- Çünkü ihtiyaçları yok, böyle bir açlıkları yok.
- İhtiyaç duyulmuyor diyorsunuz, ama muhafazakar kesim de sinemada var olmaya çalışıyor.
- Bir şey anlatacağım: Bir bürokrat düşün. Yeteneği, KPSS'yi kazanmış olmak, belirli bir siyasetin içerisinde birtakım insanları tanımak. Koltuğa oturunca şunu düşünüyor: Sağcılardan yönetmen olsaydı ben olurdum. Ben olamadığıma göre, bizden yönetmen çıkmaz. Böyle bir vahşet var işte. Şimdi TRT Genel Müdürü İbrahim Bey yerine Nuri Çolakoğlu olsaydı, samimi söylüyorum, İsmail Güneş de Mesut Uçakan da TRT'den iş alırdı. Niye biliyor musunuz? Bu arkadaşlara da iş verelim, bizi şikayet etmesinler diye düşünülürdü. Şimdi bizim şikayet etme durumumuz ortadan kalktı. Kimi kime şikayet edeyim?
MARAŞ OLAYLARININ ARKASINDA KGB VAR!
- Maraş olaylarının başlamasına neden olan Güneş Ne Zaman Doğacak? filminde çalıştınız. Tam olarak ne geldi filmin başına?
- Ben o filmde asistandım. Olay çok başka. Bu işin arkasında KGB, Rus gizli servisi var. Filmin başına bunca şey gelmesinin de sebebi, beni katil ilan eden prodüksiyon amirinin sakarlığı! Film, Stalin döneminde kaçan insanların hikayesini anlatıyor. Çekimler için Sovyet askeri kıyafeti gerekiyor. O dönem filmlerdeki düşman kıyafetleri tek tipti. Ama yönetmen, Sovyet asker elbisesi istiyor ısrarla. Prodüksiyon amiri de Sovyet Konsolosluğu'na gidip filmi anlatıyor ve kıyafet istiyor. Ertesi gün, konsolosluktan büroya, kalpaklı, iyi Türkçe bilen en az 50 kişi geldi. 15 gün boyunca filmi çekmememiz için baskı yapıldı. Hatta Rus ve Türk dayanışmasını anlatan film çekersek yardımcı olacaklarını söylediler. Sonra gittiler. Cüneyt Arkın'a da filmde oynamasın diye baskı yapıldı. İlginçtir, çekimler sonrası stüdyo basıldı, negatifler yakılmak istendi. Bir kamera asistanının filmin adını yanlış yazmasından dolayı film kurtuldu! Kutulara, Güneş Ne Zaman Doğacak? yerine 'Bir Yolcu' diye yazmış. Ama film oynamasın diye KGB çok uğraştı. Kültür Bakanlığı filmi yasakladı. Cumhurbaşkanı serbest bıraktı. Maraş'a gelinceye kadar, gösterildiği sinemalar basıldı, kurşunlandı, filmin kopyaları yakıldı. Valiler göstermek istemedi. Ama Maraş'ta sağ ve ile sol arasında zaten bir gerginlik vardı. Film de bahane edildi. İşin arkasında KGB var yani.
BİR YALANLA İKİ DEVRİMCİNİN KATİLİ OLDUM
- Sinema dünyası neden size karşı önyargılı oldu belli bir dönem?
- 1978'de asistanım. 17 yaşındayım. Prodüksiyon amiri, paltosunu almaya kahveye gönderdi. Kahvede çaycılık yapan Topal Necmi vardı, ona 'Mustafa Doğan'ın paltosunu almaya geldim,' dedim. 'Yok burada,' dedi. Gösterdim, 'Bak orada,' diye. Bunu der demez bana bir tane vurdu. O bana vurdu ya, kahvedekilerin hepsi bana vurdu! Büroya döndüm, cildim beyaz olduğu için yüzüm kıpkırmızı, sinirliyim de. Prodüksiyon amiri beni öyle görünce hemen bürodan çıkıp gitti. Biraz sonra kapı çalındı. O kahvede bana vuranlar diz çökmüş 'Evladımızı bize bağışla,' diye yalvarıyor. Meğer o prodüksiyon amiri benim için 'O, Fatih Ülkü Ocağı Başkanı, iki tane leşi var,' demiş. Sonra bu yalan üzerime yapıştı. Ben, iki devrimcinin katili oldum! Bu bilgi üç ay sonra, okuduğum Güzel Sanatlar Fakültesi'ne geldi. Üç kişi beni katil diye dövdü. Uzun süre sinema sektörü de şüpheyle baktı bana. Ben bu yaftadan bir türlü kurtulamadım.
SAĞ, KALBİ ISINDIRMAYI SEVER
- Şimdi anlamadığım bir durum var. Yücel Çakmaklı ekonomik nedenlerden dolayı son filmini çekemedi. Mesut Uçakan da kendi yağıyla kavruluyor. Size de yardım edilmiyor. Siz bu işin cefasını çekmiş sinemacılarsınız. Peki hangi sinemacılar destekleniyor?
- Sağın bin yıllık müellefe-i kulüb bir diye bir algısı vardır. Nedir bu derseniz; kalplerin ısındırılması demek. Birinin İslam'a biraz eğilimi varsa, ona para verilir, vergiden pay aktarılır. Hz. Ömer kaldırmıştır bu sistemi. Ama bu anlayış devam etmiştir. Bu tür bir eğilimi olanlar da hemen sistemden nemalanır. Çünkü sağ kesim de kalbi ısındırmayı çok sever, insanı şekillendirmeyi sever.