Koray
Ariş Türkiye'de heykel denilince akla gelen en özgün isimlerden biri. Soyut ya da figüratif eserleri hem dengeyi hem de insan ruhunun farklı hallerini anlatıyor. Ariş'in heykellerinin geçmişten bugüne gelişimini görmek isteyenler 9 Haziran'a kadar İş Sanat Kibele Sanat Galerisi'nde retrospektif sergisini ziyaret edebilir. Sergi vesilesiyle buluştuğumuz Ariş, hayat öyküsünü ve heykellerini anlattı...
-
Retrospektif serginizin açılması, sanatınızda böyle bir olgunluğa erişmek size nasıl hissettiriyor?
- Öğrencilik zamanından başlarsak aşağı yukarı 50 seneye yakın bir yol kat ettim. 1963 senesinde okula girdim. Devamlı ürettim, bir şeyler yapmaya çalıştım. Birçok sergi açtım. Retrospektifin amacı beni tanıyan, takip eden insanların geçmişe dönerek nereden nereye geldiğimi görmelerini sağlamak. Bir yerde de günah çıkartmak gibi. Yaptığım işleri ben de tekrar görmüş oluyorum. Unuttuğum, bende olmayan eserler de ortaya çıkıyor. Tüm eserlerimin fotoğraflarını çekememiştim. Retrospektifin daha çok gezilebilen bir yerde olmasını istiyordum. İş Sanat Kibele'de iyi şeyler yapıyorlar ama uzak. Bu sergi sırasında sergiye gittiğim bir gün galerinin çevresinde bulunan kulelerde çalışan insanları gördüm. Yüzlerce insan muhabbet etmeye, sigara içmeye çıkmışlar. Fakat o beş saat içinde bir kişi bile galeriye girmedi! O dikkatimi çekti ve hayretler içinde kaldım. Bir tek kişi de; "yahu burada bir sergi var," deyip, merak etmez mi? Çok enteresan.
- Bir yandan da çağdaş sanatın yükseldiği söyleniyor, genç sanatçılar İstanbul'da çalışmak istiyor, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Tamam, çok güzel ama sanatla uğraşan insanlar para kazanmaya başladılar. Para olunca insanlar arz talep meselesine yöneliyor. Ama biz senelerce bu işin şövalyeliğini yaptık. Heykelle uğraşmak, eğer siz anıt işine girmiyorsanız belediyelerle çalışmıyorsanız çok zor. Ki ben bunlardan nefret ediyorum, hakikaten nefret ediyorum. Çünkü onlar yaptırmak istedikleri şeyi yaptırıyorlar. Ben kendi yapmak istediğim şeyleri yapıyorum. Para kazanıyorum yahut kazanmıyorum, varsa ona göre yaşıyorum, yoksa yine ona göre yaşıyorum. Ama şövalyelik hakikaten zor iş. Benim dönemimde mezun olmuş arkadaşların çoğu mesleğini yapamadılar. İdealist olmak lazım. Gerçi özellikle babam hiç istemedi sanatçı olmamı, fen okuduğum için 'mühendis ol' diyorlardı. Annem, babam akademi mezunu. Babam sert bir insandı ve ben onu hayatımda ilk defa dinlemedim.
- Belki de çok iyi bir mühendis olacaktınız.
- Bilmiyorum ama kesinlikle mutsuz olacaktım. Sevmediğim bir işi zorla yapacaktım. Para da kazansam o da önemli değildi.
-
Babanız akademide ne okumuş?
- Babam Adanalı, 1936'da isteyerek İstanbul'a akademide okumaya geliyor. Afiş bölümüne giriyor. Annem de ondan bir sene sonra tezhip bölümüne başlıyor. Annem kuşaklarca İstanbullu, dedem kaptan, askeri denizci. Annemle babam tanışıyorlar, babam annemi tavlıyor ve evleniyorlar. Annemi çok genç yaşta, 1970'te kaybettik. O da çok yetenekliydi. Yaptığı bir sürü işler var. Aslında ben annemin, babamın ve benim yaptığım işlerle bir sergi açmak istedim. Ama olmadı, hâlâ da istiyorum. Babam aslında İstanbul'da kalması gerekirken annemi de alıp Adana'ya geliyor. Annem doğum için tekrar İstanbul'a geliyor. Ben Vefa'da teyzemin evinde dünyaya gelmişim. Her sene üç ay İstanbul'a gelirdik. O yüzden ben İstanbul'u ve Adana'yı yani kuzeyi ve güneyi aynı anda yaşadım. Adana'da arkadaşlarım bana muhallebi çocuğu derlerdi ama oraya gitmemi beklerlerdi. Çünkü hediyeler getirirdim onlara. Büyük bilyalar, oyuncaklar falan...
-
Figür ve soyut heykelleriniz için nelerden esinlendiniz?
- Türkiye'ye döndüğümde İtalya'da heykele nereden baktım, ne yaptım diye düşündüm. Çamurdan yaptığım işleri bronz olarak döktürdüm. Sonra mezar taşlarından yola çıktım, benim heykellerimde insan kafaları çiçek oldular. Malzeme olarak köseleyle tanıştıktan sonra acaba bu malzemeyle ne yapabilirim diye düşündüm. Bir pansiyon odasında köseleyi ıslatarak, çiviler çakarak bir şeyler yaptım. Sonra köseleyi diğer malzemelerle karıştırmaya başladım. Öyle bir başlangıcım oldu. Sonra soyut formlara yöneldim. Döndükten sonra İtalya'daki o kösele işlerin, çok azı elimde kaldı. Sonra tekrar figür yapmak istedim. Ve figüre başladım. 96'ya kadar devam ettim. Kendime özgü bir soyutlama çıkarmam lazımdı. Klasik heykel önemli, bir figürü koyuyorsan onun devrilmemesi lazım. İnsan figürlerini deforme ederek yeni bir yol aradım. O figürler sadeleşti, ahşap figürler oldu. Bazı şeylerden bıktım. Şu anda figür yapmayı bıraktım. Sonra aynı espriyle sunta ve deri kullarak hareket eden, dengeyi sağlayan şeyler yaptım. Onlara Devinim ve Denge Sergisi'nde yer verdim. Bu esnada bahçemdeki ağaçlar büyümüştü. Salınışlarını izliyordum. Kendi hayatımda da hep dengeli olmayı, kimseyi kırmamayı istedim. Bu, heykellerime de yansıdı.
İTALYA'DA ÖNCE KAFAM KARIŞTI
-
Akademiden sonra İtalya'ya gittiniz. Bu süreç nasıldı?
- Devlet bursuyla İtalya'ya gideceğim zaman nereye gideceğimi bilmiyordum. İtalyanca bilmiyordum, İngilizce okumuştum. Altı ayda dili öğrendim. Sonra Roma'ya akademiye gittim. Bir atölyem oldu. Orada heykel ve sergiler yaptım. Altı seneye yakın kaldım.
-
İtalya eserlerinizi nasıl etkiledi?
- O dönem İtalya'nın her tarafında köyünde, kasabasında sanat etkinlikleri vardı. Bütün Roma surlarının üstü muşambalarla kaplıydı. Restore ediliyor zannedersiniz ama bir heykeltraşın eseri... Çağdaş sanatın bu haliyle karşılaşıyorsunuz. Kafanız karışıyor 'Ne yapacağım, nereden başlayacağım' diye. O dönem insanlara 'heykeltraşım' dediğiniz zaman, ilgi gösteriyorlardı, bu da sizi çalışmaya itiyor. O nedenle ben devletten aldığım paranın yarısından fazlasını atölyeye verdim, ürettim.
ANIT VE BELEDİYE HEYKELLERİNDEN NEFRET EDİYORUM
- O dönem Türkiye'de heykel yapmanın zorlukları nelerdi?
- O dönem çok zor, heykel yapamıyorsunuz yapsanız da satamıyorsunuz. Anıt yapabiliyosunuz, anıttan da nefret ediyorum, asla anıt işine girmedim. 30 küsur senedir Çatalca'dayım, bir atölyem var. Belediye başkanı öğrenmiş orada bir heykeltraşın yaşadığını, benden randevu aldı ve geldi. Çatalca için bir kompozisyon yapmamı istedi. Ben böyle bir şey yapamayacağımı ama ona yardımcı olabileceğimi söyledim. Bana bir alan verirse oraya bir heykelimi koyarım. Onun haricinde de Çatalca'dan kimse kapımı çalmamıştır. Bir emlak müdürü vardı çocuklarını hep müzelere götürürdü. O bana yaptığı ahşap heykelleri getirirdi, otururduk konuşurduk. Onun dışında kimse kapımı çalmadı, komşular da gelmedi; 'Yahu bu adam ne yapıyor diyen' olmadı. Zaten birkaç sene öncesine kadar kendi işimi hep kendim yaptım. Şimdi bir asistanım var. Müziğimi açıyorum çalışıyorum. Habersiz biri gelirse çalışmam bölünüyor. Sakin bir yer olduğu için kimse gelemiyor, ben de rahat rahat bölünmeden çalışıyorum.