Adı Esra Rotthoff. 31 yaşında. Türk bir anne ve Alman bir babanın kızı. "Türk gibi hissediyorum," deyip, tüm sıcaklığıyla da bunu yansıtıyor. Ona göre Türkler misafirperver, içten ve sıcak insanlar. Doğma büyüme Berlinli, burada sanat eğitimi almış. Neredeyse tüm yılı seyahat ederek geçiriyor, yeni insanlar tanımayı, sinemayı ve fotoğraf çekmeyi seviyor. Ama ne fotoğraflar... Kiminde
Kırmızı Başlıklı Kız masalına gönderme yapıyor, kiminde 'Almancı' aileleri şekilden şekle sokuyor. Her fotoğrafında arzular, korkular ve tutkular tam karşımızda duruyor. Üstelik stüdyoda değil, gerçek mekanlarda, modellerle değil tanıdığı insanlarla çekim yapıyor. Çok sevdiği İstanbul ise şu anda onun fotoğraflarından hazırlanan Contemporary İstanbul çağdaş sanat fuarının afişleriyle dolu. Bugün son günü olan Contemporary İstanbul'da kendine ait bir standı da bulunan Esra Rotthoff'la yarı Türk, yarı Alman olmayı ve fotoğraflarını konuştuk.
- Contemporary İstanbul bu yıl afişlerinde sizin İstanbul serisinden fotoğrafları kullandı...
- İki aydır İstanbul'da kalıyordum. Bu benim en uzun İstanbul'da kalışımdı. Burada kaldığım süre içinde de fotoğraf projelerime devam ettim. Bu esnada çektiğim fotoğrafları Facebook'ta ve internette sitemde paylaşıyordum. Sanırım Contemporary İstanbul sorumluları da benim fotoğraflarımı böyle görmüş. Her şey çok hızlı ve güzel oldu. Onları ofislerinde ziyaret ettim, fotoğraflarımı gösterdim. Benden bir proje yapmamı istediler. Ama ben bu projeyi zaten yapacaktım. Yani onlar benim bu projemi kullanmış oldular. Afişlerde kullanılan fotoğrafı da İstanbul'da çektim. İstanbul adlı bir seri oluştu. Bu seri de afişlerde kullanılan fotoğrafla başladı. O amuda kalkmış şekilde duran adam, Hollanda'nın Rotterdam kentinden İstanbul'a kadar yürüyerek gelmiş. İstanbul'dan da yoluna devam ediyordu. Ben de onu ayakları havada çektim. Ters çevirdim durumu yani. Ayakları hep yere basıyordu, ama varacağı yere geldiği için şimdi elleri yerde, ayakları havada demek istedim. Daha sonra İstanbul adlı bu seride İstanbul'un pek çok farklı yerinden pek çok insanın portre fotoğrafını çektim. Dünyayı tersine dönmüş şekilde göstermek bu projenin konseptiydi.
İSTANBUL VE BERLİN BENZİYOR
-
Nasıl bir tecrübeydi İstanbul?
- İstanbul'a her geldiğimde burayı değişmiş halde buluyorum ve farklı yüzlerini görüyorum. İlk geldiğimde Nişantaşı'nda kalmıştım, çok süslü bir yerdi. İkinci geldiğimde Galata'daydım tamamen farklıydı, çok hareketliydi, çok fazla turist vardı. Şimdi ise Beşiktaş'ta kalıyorum. Beşiktaş'ı çok seviyorum. İstanbul'u çok seviyorum. Muhteşem, kocaman bir şehir ve çok fazla farklı farklı yeri var. Berlin'le aynı enerjiye sahip olduğunu düşünüyorum. Tarihi bir şehir. Çalışırken bir şehrin geçmişte nasıl olduğu, şimdi nasıl olduğu ve nasıl bir değişim geçirdiği benim için çok önemli. Geçen gün Dolmabahçe'ye gittim, ne için yapıldığını biliyorsun, ama bir de oranın sende uyandırdığı his var. Tarih daha eskiye dayandıkça, bu değişim de artıyor ve bunu çok ilginç buluyorum. Bir hafta daha İstanbul'dayım, Berlin'de biraz kalıp Art Basel'e gideceğim sonra da Los Angeles'a geçeceğim daha sonra da iş için Monte Carlo'ya gidiyorum.
-
Türk bir anne ve Alman bir babayla büyüdünüz. İki farklı kültürle yetişmek nasıldı?
- Çok güzeldi. Bunu herkes söyler, biliyorum ama ben gerçekten öyle olduğu için söylüyorum. Annem, babam dünyanın en iyi ebeveynleri. Annem Ankaralı, çok modern ve liberal bir kadın. Babam da bizi daima özgür bırakırdı. Ailem için benim ve abimin mutluluğu her şeyden önemli. Benim için farklı kültürlerden olmalarıyla ilgili hiçbir sorun yoktu bu çok güzel bir şeydi. İki dilim ve her konu için iki farklı perspektifim vardı. Mükemmel bir karışımdı. İki kültürle büyümek, diğer kültürlere de daha açık olmanızı sağlıyor. Ben tam bir Türküm. Zihniyetim tam bir Türk zihniyetidir. Böyle hissediyorum. Sıcak, misafirperver ve açık görüşlüyüm.
-
Bir röportajınızda modacı Cemil İpekçi'yle tanışınca Türkiye'ye bakışınızın değiştiğini söylüyorsunuz. Bu nasıl oldu?
- Aslında Cemil İpekçi'den çok, onunla nerede tanıştığımla ilgiliydi bu durum. Üç yıl önce Mardin'e bir çekim için gitmiştim, orada tanıştık. O şehirde bana herkes 'Sen çok iyi bir insansın, ' diyordu. Almanya'da kimse bunu söylemez, kimse gözünüzün içine bakıp bunu söylemez. Bu kötü bir şey değil ama. sadece kültür farkı. Berlin'e geri döndüğümde ben artık farklı bir gözle dünyaya bakıyordum.
-
Almancı serisinde neleri konu ediyorsunuz? Kime deniyor size göre Almancı?
- Ben her zaman hikayeleri farklı bakış açılarından ele almakla ve kimliklerin değişimiyle ilgiliyim. Bu yüzden o projenin adı Almancı'ydı. İki kültür var ve Almancı denen insanlar kendilerini her iki kültüre de ait hissedemiyorlar. Ama bu onların bir şey olmadıklarını değil, bir şeyden daha fazlası olduklarını gösteriyor bana göre. Bu projeyi geçen sene yapmıştım ve o sırada Almanya'ya Türk işçilerin göç etmesinin 50. yılı kutlanıyordu. Ben de bu değişen zaman nasıl etki etti, onu biraz anlamaya çalıştım bu projeyle.
-
Çalışmalarınız oldukça da otobiyografik sanırım.
- Family Portraits serimde kendi aile üyelerimi çektim. Oldukça kişiseldi. Her birinin arkasında bir hikaye var. Tüm fotoğraflarım, çekmeden önce birer eskizdi.
KAFESLERDEN NEFRET EDİYORUM
"Ben biraz radikalim, evet. İnsanlar hep rahat ettikleri, güvenli alanı korumak istiyorlar. Bense o alanda hiç kalmıyorum. Fotoğraflarımda da bu güvenli alanlardan insanları çıkarıp onlara başka bakış açıları veriyorum. Kötü bir his uyandırmak için değil sadece düşündürmek istiyorum. Tutku, arzu ve korkuları göstermeyi, farklı bakış açılarından bakma şansı vermeyi seviyorum. Kafeslerden nefret ediyorum. Kafes dışında yaşamaya çalışıyorum. Daha toleranslı olacağımız bir dünya yaratmaya çalışıyorum. Nereden geldiğimiz, ne kadar farklı olduğumuz önemli değil, hepimiz insanız."