Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Bilinçdışındaki Atatürk

Kurtuluş Savaşı ve erken Cumhuriyet görselliğinin ne ifade ettiğini bilmiyoruz. Bu alanda araştırma eksiğimiz var

Bu hafta 10 Kasım'da Atatürk'ü bir kez daha andık. Atatürk doğalı yaklaşık 130, öleli 70 yıl oldu. Anmaların kendisine özgü bir tarihi var. Ölümünün ertesi yıl, bugünkü türden törenler yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Naaşı 15 yıl Ankara'da Etnografya Müzesi'nde kalmıştı. Anıtkabir'e 1953 yılında nakledildi. Ondan sonra törenler daha sistematik bir hal aldı. Devam ediyor. Atatürk 20. yüzyılın en önemli politik şahsiyetlerinden biriydi. Bir siyaset ve askerilik dehasıydı. 19. yüzyılda biçimlenmiş düşüncelerin eksiksiz olarak uygulanmasına çalıştı. 'Devrimlerinin' özü buydu. Eğer onun düşüncesinin kaynağındaki yapıtları ve görüşleri yeteri kadar tartışsak ve aydınlatsak, eylemini meydana getiren genel fikirleri berraklaştırabilsek, bunları dünyaya anlatsak, insanlar onu sadece modern Türkiye'nin kurucusu olarak değil, bu süreci gerçekleştirmiş bir kişi olarak da çok farklı bir açıdan kavrayıp değerlendirebilirdi. Gerçekten de düşünce kaynakları 19. yüzyıldaydı ve o görüşlerin bu derecede somut bir biçimde uygulanmasına çalışan başka bir politik önderi henüz tanımıyoruz. 19. yüzyılın bilimselciliği, sosyal Darwinizm, kitle ruhu anlayışı, pozitivizm onun aracılığıyla toplumsallaştırıldı, toplumsal zihniyetin kurucu öğeleri oldu.

LENIN ENTELEKTÜELDİ, ATATÜRK İSE KOMUTAN
Onunla en çok mukayese edilebilecek siyasetçi Lenin'dir. Ama aralarında çok ciddi bir fark var. Lenin bir entelektüel ve düşünürdü. Siyaseti bu uğraşısının bir sonucu olarak kavrıyor ve uyguluyordu. Mustafa Kemal ise politikaya ve devlet adamlığına savaş meydanlarından gelmiş bir komutandı. O nedenle Lenin gibi kitaplar yazmadı, görüşlerini o şekilde açıklamadı. Bunlar defterlerine, okuduğu kitapların yanlarına düştüğü notlar olarak kaldı. Şimdi onlar gün ışığına çıktıkça düşünce dünyasının daha derinlerine işlemek imkânı da doğuyor. Bütün bunlar henüz elimize yeni yeni geçtiği için, bir kısmı hâlâ bizden uzak olduğu için ve kültürümüz düşünce analizine değil daha ziyade mutlaklaştırmaya yatkın olduğu, hatta dayandığı için Atatürk'ü de zamanla bir puta dönüştürdük. Bilimselcilik uğruna dinle savaşmayı, düşüncesinin ve eyleminin odağı haline getirmiş Atatürk'ü daha yaşadığı yıllarda metafizik bir varlık haline getirdik. Bunda kendisinin hiç payı yoktur, demiyorum. Tersine, birçok kaynağın yazdığı, gösterdiği üzere, yaşarken heykelleri dikilmiş ilk lider odur. Hatta bu durum, son derecede ilginç fotoğraflar oluşturmuştur. Ben de onlardan birisini, bir kitabımın kapağına yerleştirdim. Sivil giyinmiş Atatürk, Mersin'de mareşal üniformalı heykelinin altında duruyor o fotoğrafta. Kendisi bile kendisiyle bambaşka bir ilişki içinde. Buralardan hareket ederek ve bilhassa askerlerin işe 'el koyması' neticesinde Atatürk kendi gerçeğinden soyutlandı. Böyle düşünüyorum. Giderek popüler kültürün bir parçası haline geldi. Bunda şaşacak bir şey yok. Gece gündüz, sabah akşam belirli bir imgeyle yatıp kalkan bir ulusun onu bilincine hatta bilinç dışına yerleştirmesi kadar doğal bir sonuç olamaz. Şimdi Atatürk her yerde. Atatürk'le ilişkili olmayan bir tek alan veya nesne bulmak olanaksız. Bazıları o Atatürk 'paraphernalia'sını şimdi kitaplaştırıyor. Geçenlerde bu konuda yayımlanan The State of Ata (Ata'nın Devleti) isimli kitap, kendimize bu açıdan ve dışarıdan bakmamız için büyük bir olanak yarattı. Gündelik hayat, biz ne dersek diyelim, kendi içinde yaşattığı bir kişiyi dönüştürüyor ve ondan bambaşka anlamlar türetiyor. Bu konuda yayımlanan başka kitaplar da mevcut. Aylin Tekiner'in kitabı, kuramsal ve metodik yönü bakımından söylenecekler bulunsa da bu konuda yapılmış ilk sistematik çalışmalardan biri. Aynı şekilde Cumhuriyet ideolojisinin dönüşümünü irdeleyen Esra Özyürek'in çalışmaları, son derecede önemli. Bir de Sibel Bozdoğan'ın erken Cumhuriyet'in mimarlığını ele alan çalışması var, çok değerli katkılar getiren. Ama gene de bu doğrultuda alacak çok yolumuz var. Görselliğin ideolojisi, bir düşüncenin sistemleştirilmesinde ideolojinin kendisi kadar önemli bir rol oynar. Fransız Devrimi incelenirken meseleyi bu açıdan ele alan kitaplar sayılamayacak kadar çoktur. Başta Marie Helene Huet olmak üzere çok sayıda incelemeci bu konuyu ele almıştır. Aynı şekilde Albert Boime'nin çalışmaları nasıl unutulabilir? Biz konuyu hiç bu yönden ele almadık. Kurtuluş Savaşı ve erken Cumhuriyet dönemi görselliğinin ne ifade ettiğini zerre kadar bilmiyoruz. Halbuki o sıralarda yapılmış resimler incelenirse saklı kalmış birçok zihinsel öğenin ortaya çıkarılacaktır. O resimlerdeki üslup, ifade, vurgu bize toplumsalı meydana getiren unsurları ve konumlarını tayin açısından sayısız ipucu sağlayacaktır. Gene de Fatih Özgüven'in Radikal'de okuduğum kısa yazısı, beni bu konuda daha fazla düşündürdü. Özgüven, yazısında son dönemlerde yapılan filmleri ele alarak Atatürk'ü neden sinemalaştırmadığımıza değiniyordu. Onu ya çok yakışıklı olarak gösterme mücadelesindeyiz ya da fazla müsamere kokan bir anlayışla tasvir ediyoruz. Özgüven, bu durumu yaratan muhtelif meselelere çok çarpıcı bir biçimde kısaca değiniyor. Aslında başlı başına bir konu bu ve gerçekten ele alınması zorunlu. Üstelik de kim bilir kaç yönden irdelenebilir. Bu durum çok muhtemeldir ki, bizim toplumsal bilinç dışımızla ilgilidir. Atatürk'ü bütünüyle görselleştirmiş bir ulusuz biz. Onu fotoğraflarından ve heykellerinden tanıyoruz. Zamansal olarak git giden bizden uzaklaşıyor. Dediğim gibi 72 yıl önce öldü ama hayatımızda hâlâ her an mevcut. Üstelik ona 'baba/ata' demeyi uygun gördük. Dolayısıyla toplum olarak 'baba' psikolojisi içinde yaşıyoruz. Psikanaliz, zihniyet dünyamızın bu çok önemli figürüyle ilgili müthiş yorumlar yapmıştır. Oedipus kompleksi, baba katilliği, annenin bu bağlamdaki rolü, kişiliğin oluşumunda olduğu kadar toplumsal kimliğin oluşumunda da ayrı bir öneme sahiptir. Freud, düşünce dünyasına bu görüşlerle çıkmıştı. Biz Atatürk konusunda bu açılardan neredeyiz? Freud sonrası psikanalizin en önemli ismi Lacan'a bakalım. Bilincin üç evrede oluştuğunu öne sürüyordu Lacan. İmgesel, simgesel ve gerçek aşamalarıydı bunlar. Bu oluşum içinde 'baba' bir otorite figürüydü. Lacan'ın karmaşık sistematiği ve terminolojisi içinde geliştirdiği 'babanın adı' ('le nom de pere') kavramı (sembolik anlamda da), otoritenin, yasaların, geleneğin göstergesiydi. Sembolik baba, gerçek babadan farklıydı. (Lacan'ın sisteminde bundan başka bir muhayyel-imgesel bir de gerçek baba vardı.)

O'NU KUTSALLAŞTIRDIK MI?
Atatürk'ün bunlardan hangisinin karşılığı olduğunu toplumsal kişiliğimizi, hatta oradan süzülen bireysel dünyamızı tanımak için tartışmamalı mıyız? Kısacası ortada bir baba olgusu var ve dünyayı onun içinden gördüğümüz bir gerçek. Popüler kültür içinde kazandığı anlamlarla bütünleşince bu olgu daha da karmaşıklaşıyor. Prof. Nur Vergin, Atatürk'ün Türkiye'de 'kutsallaştığını', insanların onu kutsal değerlerinden birisi olarak gördüğünü, eleştirilmesinden rahatsızlık duyduğunu belirtiyor. Son yapılan saha araştırmalarından biri de bunu doğruladı. İnsanlar Atatürk'ün her şeyin üstünde olmasını, her şeyin dışında kalmasını istiyorlar. Öyle de bunların uzantıları nedir, örneğin Türklerin otoriteyle, bireylikle, kişilik oluşumuyla ilişkisi bu açıdan nasıl bir sonuç üretiyor gibi soruları artık başka düzeylerde ele almak şart. Örneğin niye daha sonra da bir cumhurbaşkanına gene 'baba' lakabını uygun gördük? Böyle bir noktada duruyoruz. Atatürk'ün artık işaret, sembolize ve ifade ettiği anlamların toplumsal bilinçteki karşılıklarının aranmasının, bu olguların çözümlenmesinin zamanı çoktan geldi. O 'fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller' istiyordu. Kim diyebilir ki, o sonuca erişmenin yolu buradan geçmez?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA