Beyoğlu'nda bir köşedeki kafe barda çayımı yudumluyordum akşam saatlerinde. Karşıdaki Tünel Çay Evi'nin masalarını gençlerin oluşturduğu müşteriler doldurmuştu. Birden feryatlar yükseldi aralarından. Çığlıklar, kaçışıp koşuşmalar. Yerde genç bir adam kıvranıyordu. Ayağa kalktı ki her yerine kan bulaşmış. Meğer tam tepelerindeki binanın teras çıkmasından koca bir taş, kız arkadaşıyla el ele oturan o delikanlının eline düşmüş, başparmağını yarmış ve kırmıştı. O bina büyük bir bankanın arşiv binası olarak kullanılıyormuş. Bazı yerlere ağlar gerilmiş teras saçağında. Yani taşların düşeceği öngörülmüş. Ama boydan boya değil, parça pinçik çekmişler ağları. Nitekim o taş parçası da ağsız alandan düşmüş gençlerin ortasına. Fitaş Sineması girişinde kafasına pencere düşen üniversiteli Ece'yi anımsayın. Nasıl da kıl payı ölümden dönmüş, aylarca yoğun bakımda yatmıştı Ece kız. Aynısının tıpkısı bir faciadan yine kılpayı dönülmüştü. İşin peşini sürdüm. Düşen taşı da yanıma alarak gittiğim Taksim Araştırma Hastanesi'nden kimlik bilgilerine ulaştım yaralı gencin.
'SIRAM BİRAZ ERKEN GELDİ'
Hakan Celayir adlı bir ressam ve milli bisikletçiymiş. Sonra telefonunu bulup konuşup buluştum onlarla. İşin çok daha çarpıcı kısmı o sohbette çıktı ortaya. Hakan Celayir geçtiğimiz ocak ayında "İstanbul'u Tüketme Girişimi" adlı bir sergi açmış. Yapıtlarında ilginç bir yöntem kullanarak, harabeye dönmüş kent binalarından dökülen taşları tuvallerin ortasına yerleştirip, bazı çerçevelerin altına yara bantları yapıştırmış. "Hissettiklerini tek cümleyle özetle dersem ne dersin?" soruma yanıtı sarsıcı geldi: "İstanbul herkese ait ama hiç kimseye ait olmayan, yalnızca yaşamsal embriyoların tüketildiği dönüşümsel bir plastiktir. İnsan böyle bir şehirde yaşar da bu plastik özün değişimini izlemek isterse, çok uzun süre kuyrukta beklemesi gerekir. Yani bu şehrin sakinleri, bu hoyratça çalkalanmaya ayak uydurmak bir yana, maya'ya öz olmak için sırasını beklemekten daha fazlasını yapamaz. Benim sıram biraz erken geldi galiba."