Farklı bir yoğunluğa ve ironiye sahip. Farklı bir temaya... Romanın başkahramanı Barbaros adlı bir Kemalist terörist. Evet, yanlış duymadınız, kahramanımız bir Kemalist ama yaptığı bombalama ve öldürme eylemleriyle aynı zamanda siyasi düzeni değiştirmeye, yepyeni bir ulus inşa etmeye çalışıyor. Onu engellemeye çalışan istihbaratçı Ateş romanın önemli karakterlerinden. Ateş'in rakibi MİT'çi Mithat ve bir de Şahika'mız var; cazibesini kullanarak derin devlet görevlilerini ve mafya babalarını baştan çıkaran bir "derin yenge" figürü.
Diğer üç romanınızla karşılaştırdığınızda "Kötü Roman"ın yeri nedir?
"Kötü Roman"ı bugüne kadarki romanlarım içinde en iddialısı olarak görüyorum. Bir kere yöneldiği temalar açısından iddialı bir roman. İyilik-kötülük gibi evrensel bir çatışma konusuna ve Doğu-Batı meselesi gibi bize özgü problemlere odaklanıyor. Romanın kurgusu, imge seçimi ve cümle işçiliği açısından bakılırsa "Kötü Roman"ın diğerlerinden üstün olduğunu söyleyebilirim. Yazar kimliğiyle konuşacak olursam olgunluk, hatta yaşlılık döneminde vereceğim eserlerin daha iyi olacağına derinden derine hep inanmışımdır.
Romandaki karakterler gerçek hayattan devşirilmiş kişiler mi? Aslında romandaki heykeltıraş, MİT mensupları filan kamuoyunun yakından tanıdığı isimler mi?
Ana karakter Barbaros için konuşursak benden bir şeyler var ama benim asla yapamayacağım şeyleri yapıyor. Zaten bu yüzden terörist değil, romancıyım. En iyi tanıdığım Barbaros ama yan karakterlerin bir kısmını da derin devlette ya da günlük hayatta görebilirsiniz. Derin devletin yengesi Şahika'ya benzer tiplerin olduğunu biliyorum. Türkiye'de Atatürk heykelleri yaparak zengin olanlar da oldu. Mithat karakteri ise kâğıt toplayıcılığından MİT yöneticiliğine yükselmiş mübalağalı ve ironik bir karakter.
"Daha iyi Atatürk heykelleri yapabilseydik..."
Sizin Atatürk heykelleri konusundaki araştırmalarınızı biliyoruz. Bunun romana yansıdığını görüyoruz. Nedir heykelin önemi?
Romanın bir yerinde insanlar için "damarlarında kan dolaşan aşağılık heykeller" diyor. Bir başka yerde de heykellerin, gelecekteki robotların atası olduğu ifadesi geçiyor. Plastik sanatların bu kadar tartışılması işte bu nüansta gizli. Kimileri heykelleri put olarak görür. Bir inanç fetişi haline getirirseniz putlaşabilir. Ama normalde heykellere duyulan geleneksel alerjiyi insanın, kendi suretinin taklit edilmeye çalışılmasından hoşlanmamasıyla açıklıyorum. Antik Yunan'daki pagan düşünce ve Rönesans'ta bu his ciddi ölçüde kırıldı. Ama bizim böyle bir deneyimimiz yok. Bu yüzden Atatürk, kendi heykelini bile yabancı sanatçılara yaptırdı. Bana göre heykel, insanın beyhude yaratma çabalarının bir parçasıdır ve inanç bağlamında değil, yalnızca güzellik-çirkinlik bağlamında ele alınmalıdır.
Yani siz Atatürk heykellerini estetik açıdan yetersiz hatta çirkin buluyorsunuz. Güzel olsaydı ne değişirdi? Atatürk'e bakış değişir miydi mesela?
Güzel Atatürk heykelleri onu daha büyük bir lider yapmazdı elbette. Tıpkı çirkin Atatürk heykellerinin onu kötü bir lider yapmadığı gibi... Ya da güzel heykeller sayesinde ideolojik açıdan Kemalizm daha iyi, esaslı bir fikir haline gelmezdi ama "Kemalistlerin de plastik sanatçıları varmış" denirdi. Yani daha iyi Atatürk heykelleri yapabilseydik bu, daha ileri bir millet olduğumuz anlamına gelirdi. Çünkü bunu yapamayınca ortaya bir çelişki çıkıyor. Siyaseten nispeten kudretli ve ileriyiz, güçlü liderler de çıkarıyoruz. Atatürk böyle bir liderdi mesela. Ya da Türkiye'nin son yıllarda artan itibarı da Erdoğan'ın liderlik yeteneğiyle alakalı. Ama siyasi gücümüzle paralel gidecek sanatsal gücümüz yok. Atatürk'ümüz var Michelangelo'muz yok. Romandaki konulardan biri de bu çelişki.
Bu hikâye bir bakıma gelecekte geçiyor. Diğer bakımdan günümüzdeki tartışmalara farklı bir açıdan bakıyor. Ama daha da önemlisi evrensel ve zamansız bir olguyu açıklıyor. Biri diğerini öldüren kardeşlerin, Habil ile Kabil'in hikâyesi...
Kişisel olarak kardeş kıskançlığını yaşamadığım bir çocukluk geçirdim. Biz beş kardeşiz. Yaşı benden küçük bir kardeşim vardı. Onu çok severdim. Geçtiğimiz yıl bir trafik kazasında kaybettik. "Kötü Roman"ı da ona ithaf ettim zaten. Yani kardeş kıskançlığı düşüncesini pek tanımıyorum. Ama yine de "Kötü Roman"da bu konuyu işlerken zorlandığımı söyleyemem. Kardeş kıskançlığı insanlığın ilk dönemlerinden beri çözülememiş temel bir mesele. Orada halledilememiş bir şey var, bu yüzden Habil ve Kabil'den beri hikâye sürekli yeniden yazılıp çoğaltılıyor. Ben de bu temaya yöneldim. ?
Halledilebilir bir mesele mi?
Bu tarz köklü sorunları halletmek pek kolay değil. İkiz kardeşleri düşünün; birbirlerinden ayrı olarak ele alınmak isterler. Ama bunu bir türlü başaramazlar. Birbirlerini kıskanmamaları imkânsız. Bu yüzden ben "Hepimiz kardeşiz" söylemini biraz anlamsız buluyorum. Özellikle politik amaçlar için söylendiğinde…