Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Sorunun düğüm noktası: Tartışmanın tarafları ve toplumsal statü

Kürt sorununun geldiği ve tıkandığı nokta, tarihi bilenler açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Resmî ideolojisi ve millet tasavvuru gerçekliğin önemli olmadığını, onun eninde sonunda ideale evrileceğini varsayan, kendisine iletilen taleplere hızlı cevaplar veremeyen, "olması gereken" çerçevesinde ürettiği siyasetleri "gerçekte olan"a uydurmak için gayret göstermeyen Türkiye, benzer sorunları benzer siyasetlerle çözmeye çalışan Osmanlı merkezinin geldiği bir noktaya gelmiş ve orada tıkanmıştır.
Ermeni cemaatinin sorunlarına cevap vermeyen ve bunun neticesinde maksimalist Daşnaktsutyun ile muhatap olma durumunda kalan Osmanlı merkezi gibi, ulus-devlet refleksleriyle daha katı ve gerçeklerle uyuşmayan siyasetler üreten Ankara da karda yürürken çıkartılan seslere atfen isimlendirilen, özgün dili olmayan topluluklar benzeri tezler neticesinde Kürt toplumu içindeki en radikal, maksimalist ve milliyetçi gruplarla muhatap olmak zorunda kalmıştır. Başlangıcı on dokuzuncu asır sonlarına götürülebilecek bir ön milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğini örnek alarak İslâmiyet öncesi altın çağı ve efsâneleri vurgulayan bir milliyetçiliğe dönüştüren, bunu lider ve örgüt kültleri ile eklemleştiren bir hareket, tıpkı Ermeni Daşnaktsutyun ve Makedon VMORO teşkilâtları gibi, milliyetçiliği sosyalist bir jargonla da harmanlayarak "millet adına konuşma" tekeli tesis etmiştir.
Zikredilen Ermeni, Makedon ve Arnavut Başkimi (İttihad) Cemiyetleri benzeri kendini "milletin yegâne sözcüsü olarak gören," fedaî ve çete teşkilâtları aracılığıyla şiddet kullanabildiği gibi, doğrudan ya da Shoqeria e Zeze pêr Shpetim (Kurtuluş İçin Kara Cemiyet) benzeri örgütlenmeler aracılığıyla siyaset yapan, Meclis-i Meb'usan'da tezlerini savunan temsilcilere sahip örgütler, Osmanlı merkezinin, uzun süre sonra razı olduğu, kapsayıcılığı artırılan üst kimlikte buluşma, özgürlüklerin genişletildiği bir yapıda kültürlerini geliştirme tezlerini reddederek iki temel karşı istekte bulunmuşlardır. Diğer bir ifadeyle, İstanbul'un vatandaşlık tanımını, millet tasavvurunu farklı oluşturmuş, aşırı merkeziyetçiliğini dizginlemiş, yerel ve kültürel talepleri cevaplamış olması durumunda belki de dile getirilmeyecek bu talepler meseleyi başka bir boyuta taşımışlardır.
Bunlardan birincisi toplumsal tanınma ve bunun hukukî güvence altına alınması talebidir. Nitekim Daşnaktsutyun 1902'de Osmanlı Kanun-i Esasîsi'ni Ermeni toplumunun geleceğini güvence altına alan bir metin olarak görmediğini ilân etmiş, 1905'te İttihadçıların ortak siyaset geliştirme teklifine ise bireysel özgürlüklerin geliştirilmesinin yeterli olmadığı, kendilerinin "Türkleştirme temelli bir liberalizmle kandırılamayacakları" ve ancak "toplumsal düzeyde ve millet olarak tanınma," bu çerçevede haklara sahip olma koşuluyla işbirliği yapabilecekleri cevabını vermişti. 1908 sonrasında da gizli ya da açık olarak yapılan pazarlıklar hep bu noktada tıkanmıştı.
Benzer istekleri dile getiren Makedon, Arnavut örgütlenmeleri ve daha gevşek karakter taşıyan Arap cemiyetleriyle gerçekleştirilen müzâkerelerin hepsinin tıkandığı nokta bu tanınma isteği ve bunun doğal neticesi olarak talep edilen "bölgesel muhtariyetler" olmuştu. Bu talepler ise sadece "adem-i merkeziyet"in merkez tarafından bölücülük olarak mütalâa edilmesi nedeniyle değil, "Makedonya," "Arnavutluk" ve "Ermenistan" benzeri tarihî kavramsallaştırmaların güncelleştirilmelerindeki zorluk nedeniyle de reddedilmişti. (Milliyetçilerin bu alandaki tanımlarının da oldukça kapsayıcı olduğunu belirtmek gerekir. Meselâ VMORO "Makedonya" nın 1878 Berlin Kongresi'nde tanımlanan bölgeden çok daha geniş bir coğrafî alan olduğunu savunuyor, Arnavut milliyetçileri ise özerkliğin İşkodra, Kosova, Manastır ve Yanya vilâyetlerini kapsayacak ve Arnavutlar tarafından idare olunacak geniş bir bölgeye verilmesini istiyorlardı).
Kürt sorununda gelinen aşama budur. Farklı bir vatandaşlık tanımı ve gerçeğe uygun bir millet tasavvuru ile doğmaması mümkün bir çatışma yaratılmış ve bu zaman içinde anlamsızlık rekoru kıran siyasetler ve insanlık dışı baskılarla tırmandırılmıştır. Artık millet sözcülüğü safhası da, resmiyete dökülmemekle birlikte, geçilmiştir. Gelinen nokta şiddet tekelini devletle paylaşan, millet sözcülüğü iddiasını tartışmaya yanaşmayan, toplum içi siyasete egemen, üst kimlik ve din üzerinden birleşmeyi reddeden ve her ikisini de toplumu için sakıncalı bulan (bu açıdan son aylardaki gelişmeler Arnavut milliyetçilerinin talepleriyle ilginç benzerlikler gösterir. Milliyetçi liderlerden Faik Konitza, Müslüman Arnavutlara,Türkleri temsil eden Osmanlı Şeyhülislâmı'nı tanımamaları ve dinî meselelerini birArnavutluk Meclis-i Ulemâsı ve bunun başına geçecek Re'isü'l-Ulemâ aracılığıyla çözmeleri çağrısında bulunmuş, Hoca Hafız Ali ve Vildan Efendiler ise din derslerinin sadece Arnavutça verilmesi yolunda görüş bildirmişlerdi) milliyetçi bir örgütle "tanınma," "statü" ve "özerklik" pazarlığıdır.
Bunun dışında bir çözüme yanaşmasını millet adına konuşan, şiddet kullanan, genç ve çok kuvvetli bir milliyetçiliği içselleştirmiş, bunu uzun yıllara yayılmış mağduriyetlerle pekiştirmiş bir örgütlenmeden beklemek pek de gerçekçi gözükmemektedir.
Çok uluslu bir imparatorluk olması nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti'ne göre daha elâstik olabilen Osmanlı merkezi benzeri pazarlıkları bu noktanın ötesine taşıyamamıştı. Bunu katı bir ulus-devlet modeli ve millet tasavvuruyla yapılandırılmış, bunları değiştirme alanında ciddî girişimler yapmakla beraber henüz bir dönüşüm gerçekleştirememiş, entelektüel söylemine milliyetçiliğin egemen olduğu bir devletten beklemek de fazla iyimser bir tavır olacaktır.
Bizi bu alanda ümitvâr kılabilecek tek husus zamanın ruhundaki büyük değişimdir. Zamanın ruhu on dokuzuncu asır sonu ve yirminci asır başı milliyetçiliklerini anakronizm haline getirirken, benzeri sorunların halline zikredilen çıkmazı aşacak çözümler sunmuştur. Bu ruhu yakalayabilenler, sorunu çatışma ortamının dışına çıkararak çözebilmekte, çıkamayanlar ise onu on dokuz ve yirminci asır kısır döngülerinde tırmandırmaktadırlar. Dileriz toplumumuzun sağduyusu bulardan birincisini mümkün kılar.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA