Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Mevlevihanede bir gece

Cumartesi günü İKSV'nin düzenlediği, yıllardır ucundan kulağından izlediğim Müzik Festivali'nin açılışı vardı. Aynı akşam için Fehmi Koru üstadımız bendenizi kısa bir süre önce restorasyonu tamamlanmış olan Yenikapı Mevlevihanesi'nde verilecek bir konsere davet etmişti. Doğan Dikmen okuyacaktı.
Artık kim giderdi Aya İrini'deki konsere?
Yenikapı Mevlevihanesi, 17. yüzyılda yapılmış bir yapı. Uzun tarihi boyunca birkaç kez yanmış, birkaç kez onarılmış. Mevleviliğin Osmanlı döneminde de maddeten ve manen en büyük mekânlarından biriymiş.
Ben 1991-95 arasında Kültür Bakanlığı'nda çalışırken, yani Agah Oktay Güner bakan olduğunda attığı ilk imzayla beni müşavirlikten almadan önce, Dede Efendi'nin evinin restorasyonuyla epey ilgilenmiştim. Büyük Dede'nin evi sonunda onarıldı. Fakat Yenikapı için bir şey yapamamıştık. Geçen yıl o da tamamlanmış.
Mevlevihaneyle Dede Efendi'nin adını birlikte zikretmem sadece şu belirttiğim münasebetle değil. Dede Efendi çileye burada girmiş. Fakat o dönemde yaptığı beste ('Zülfündendir benim bahtı siyahım') İstanbul'da dilden dile dolaşıp büyük bir heyecan yaratınca aynı zamanda dev bir bestekâr olan III. Selim kendisini saraya davet etmiş. Padişahın gösterdiği ilgi Dede Efendi'nin 1001 gün sürmesi gereken çilesinin bir kısmının şeyhi tarafından affedilmesini sağlamış. Çilenin ardından bestelediği ikinci yapıtı da ('Ey Çeşmi ahu hicr ile tenhalara saldın beni') aynı heyecanı doğurunca saraya kabul olunmuş ama Dede unvanını alıp "hücrenişin" olunca sanat ve hocalığıyla bu Mevlevihane'de kalmış. Ayinlerini buranın semahanesinde padişahların da katılımıyla icra etmiş. Yeni restorasyon maalesef bu tarihi yansıtmıyor. Hücrelerden hangisi onundu, en küçük bir iz bile yok...
Yok, çünkü o kültür elimizden, ayağımızın altından ve elbette zihin ve tasavvur dünyamızdan kayıp gidiyor. Dev gibi bir yer Yenikapı Mevlevihanesi. Üç yüz yıl orada bir kültür yaşadı.
O kadar geniş bir mekânı oluşturduğuna göre onu temellendiren hayatın ve duyuşun derinliğini düşünmek gerek. Ve şimdi ondan bize bir katre (iz) bile kalmamış durumda. Gene hatırlıyorum, Yıldız Sarayı'nda, Abdülhamid'in marangozhanesi Kültür Bakanlığı el atıncaya kadar bir mezbelelik, bir berhane, bir harabehaneydi. Ne diyeyim, ben buna benzer örneklere sahip başka bir toplum bilmiyorum.
Biz biraz erken gittik. Mevlevihane'nin bahçesinde gecikmiş bir yazın serin akşamında, bazı çiçeklerin uzak ve baygın kokularını duyarak dolaştık.
Her şey Yahya Kemal'e "Gittikçe derinleşir saatler/ Rikkatle, yavaş yavaş ve yer yer/ Sessizlik daima ilerler..." dedirten bir düzendeydi. Yok olmuş bir kültürün enkazında bile dolaşmıyor, bana göre, zihnimizdeki tahayyülü/n içinde dalgalanıyorduk.
Nihayet müzik başladı. Doğan Dikmen, Osmanlı müziğinin bir "oda müziği" olduğunu bir kere daha kanıtlarcasına bir kanun ve bir viyolonselle en saltanatlı bir biçimde icra etti sanatını.
Dinlerken düşündüm. O kadar yok bir kültürün içinde soluk alıp veriyorduk ki, mesela o konserden sonra seslendirilen parçaları yeniden duymak isteyen birisinin, birkaç tanesi dışında, onlara erişmesi bile mümkün değil.
Kaldı ki, neredeyse herkesin bildiği, Dede'nin meşhur "mah yüzüne aşıkanım"
Hicaz şarkısının o geceki "formu"nu ben daha önce hiç dinlememiştim. Cem Behar dostumun tespitiyle, yazılı değil, meşk sistemiyle ilerlemesi hasebiyle Osmanlı müziğinin "açık uçlu" bir müzik olduğunun müşahhas ispatı halinde Doğan Dikmen, o icranın Udi Nevres'ten Alaeddin Yavaşça üstada intikal ettiğini belirtti.
Hâlâ üstünde düşünüyorum, acaba Dede böyle mi bestelemişti onu yoksa artık âlem olmuş haliyle mi? Üstüne üstlük, belki Dede'nin ve III. Selim'in o parçaları ilk defa yaptıkları, duydukları çatının altındaydık.
Bilmiyoruz. Bilmediğimiz gibi araştırmıyoruz.
Geleceğe dönük umutlar içinde olmak gerekirse de o durağa hemen yarın varmayacağız. Muhtemelen bir yüz yıl sonra bugünkü telaşlarımızdan arınıp biraz daha durmuş oturmuş bir hale geldiğimizde kendimizi yeniden keşfedeceğiz.
Şimdi bu işle uğraşanlar çok küçük bir öbek insan olabilir ama önemli değil. Yahya Kemal,
"İsmail Dede'nin Kâinatı" isimli şiirinde onları tarif etmiştir ki, bu yeter:
"Şebi lahutda manzume-i ecram gibi
Lafzı bişnevle doğan debdebei manayız"
Onlar, bunlardır!
Not: Kaynaklardan uzak bir yerde yazdığım için şiirin basılı haline değil hafızama müracaat ettim; kusurum varsa affola.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA