Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

25 yıldır şiir...

Oteldeki odama giriyorum. Süren yağmur kesilmiş. Açan havadan süzülen bal rengi bir güz ışığı sokağı doldurmuş, pencerenin pervazlarına vurmuş, odaya sızıyor. Her defasında olduğu gibi ışık beni savuruyor, zaman içinde. Kim bilir neredeyim? Oda ve sokaktaki sessizlik, durgun, dingin gün ışığı... Işığı görünce içimde mırıldanmaya başlayan Billie Holiday ayrıca güneşler açtırıyor: "Sunny side of the Street/ Sokağın güneşli yanı..."
Yatağa uzanıp gazeteyi elime alıyorum...

***

Bir küçük yazı, iç içe geçmiş iki konu...
BBC radyo kanallarının birinde 25 yıldır yayınlanan bir şiir programı varmış: Poetry Please/ Şiir Lütfen... Besbelli, İngiltere'nin bir şeyi kolay kolay değiştirmeme karakterine uygun biçimde bu yayını da sürdürdükçe sürdürüyorlar. Yazıyı yazan programcı insanların nasıl iştahla şiir istediğini falan anlatıyor. Doğrusu çarpıldım.
25 yıl uzun zamandır. Bir şiir programının bu kadar süre yaşaması çok önemlidir.
Böyle bir sonucun oluşması için kurumsal desteğin olduğu göze çarpıyor. Şiirde direnen, şiirin mevcudiyetini isteyen bir çevre var. Bir de bizim halimize bakın, şiir kitaplarının baskı sayısı 500'e düştü. Şiirin hayatımızdaki yeri... diye bir şey artık yok.
Neredeyse "şiir yok hükmündedir" diyeceğiz.
Belki de diyoruz.
İkinci konu işin estetik boyutu. Yazı bunu saptamış. En çok istenen on şiirin adını yayınlamışlar. Ötekiler bir yana ilk şiir Robert Frost'tan: "Stopping by Woods on a Snowy Evening/ Karlı bir akşam üstü, kıyısında durmak koruluğun..." Amerikalı bir ozandan. Zaman içinde farklılaşan tercihleri, zevkleri işaret ediyor yazar. Aslında çok önemli bir merak konusu, zamanın getirdiği estetik değişim. Bizde neydi? Neler benimsenmişti şiir olarak 25 yıl önce ve bugün neler okunuyor?
***

Gene de yazıyı okuyunca aklıma ilk gelen sorunun ne olduğunu tahmin etmek zor değil. Acaba Türk şiirinden herhangi bir yapıt şu 25 yılda istendi mi? Soru kolay ama cevabı zor. Olsa olsa tek aday Nâzım Hikmet'tir. O da ne kadar? Hiç çevrilmemiş, yitik bir kıta gibi duruyor Türk şiiri.
Türkçede yaratılmış bu edebiyatın, bu birikimin evrensel olduğunu, bazı şairlerimizin, bazı şiirlerimizin eline en büyük dünya isimlerinin bile su dökemeyeceğini büyük bir iç rahatlığıyla söyleyebilirim. Mesele çalışmakta, o şiiri yabancı dillerin günlük dünyasına yerleştirmekte.
Bu bir kültür meselesi. Düşünün ki, 1890'lardan sonra doğrudan doğruya Fransızca yazan ediplerimiz, şairlerimiz vardı. Dergilerini Fransızca yayınlıyorlardı. O dil yerini zamanla İngilizceye bıraktı. Şimdi herhalde daha fazla insanımız İngilizce biliyor (Meclis albümlerindeki o, "az İngilizce" tanımını bir yana bıraksak bile...). Çeviri konusunda daha ciddi bir bilince sahibiz.
Daha çok çeviri yapılıyor Türkçeden. Gene de işte bir yetersizlik olduğu açık...
***

Nedir onu yaratan? Bu soru ortaya geldiğinde "tercüme" meselesi daha farklılaşıyor. Tercüme, bir hayat tarzının tercümesidir.
Aslında orada bir paradoks var. Biz bugüne kadar kendimizi Batıya tercüme etmeye kalktık. O batılılaşma denen şey, Batının bize tercümesi olarak görünse de budur. Çünkü kendimizi "Batılılaştırmak" istedik.
Oysa doğrusu tersinden olmalıydı. Batıyı kendimize tercüme etmeliydik.
Bu da ilk günden itibaren biz buyuz diye yapıtlarımızı o dillere açmakla kabildi.
Sol elin aynada sağ, sağ elin sol gibi görünmesidir bu. Oryantalizm dediğimiz şey de aslında budur. Kendimize dışarıdan ve bir başka gözle bakmak, "yamuk bakmak."
Olmayacaktı. Olmadı. Bugün de yüz yıllardır devam eden o maceranın bir yerinde duruyoruz.
Ama galiba daha iyi bir yerindeyiz.
Yazıyı bitirdiğimde başımı kaldırdım, Billie Holiday odanın ortasındaki ışığın içinde durmuş bana bakıyordu.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA