Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ERDAL ŞAFAK

Üç lider

Hüsnü Mübarek'in "Ben gidersem kaos olur" gerekçesiyle veya şantajıyla görev süresinin sonuna, yani eylül ayına kadar koltuğunda tutunma çabalarına karşı en açık tavır üç liderden geldi:
Başbakan Tayyip Erdoğan'dan.
ABD Başkanı Barack Obama'dan.
Almanya Başbakanı Angela Merkel'den.
Başbakan Erdoğan, Mısır'daki olaylarla ilgili daha ilk açıklamasında Mübarek'i halkın taleplerine kulak vererek "Gereğini yapmaya" çağırdı.
Başkan Obama aşamalı olarak tutumunu hem netleştirdi, hem sertleştirdi ve "Kontrollü olarak çıtayı yükseltme" politikasıyla ancak bir hafta sonra Mübarek'ten çekilmesini istedi.
Başbakan Merkel ise Mısır'daki başkaldırının ikinci haftasını doldurmasıyla birlikte kartlarını açtı. Yine de hakkını yemeyelim; çünkü 27 AB liderinin ortak bildirisinde Mübarek'in görevini bırakması talebinin dile getirilmesinden özenle kaçınılmıştı.
Bu üç liderin ama ilk günde, ama bir hafta sonra, ama ikinci haftanın sonunda olsun; böylesine açıkça ve de mertçe "Reis"e meydan okumalarının ardında kişisel deneyimleri yatıyor.
"The Washington Post"un birkaç gün önce yayınladığı analizde belirttiği gibi, Obama "Despot" bir yönetim altında hayat sürmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyor: Çocukluğunda annesi ve üvey babasıyla birlikte Endonezya'da yaşarken, o ülkeyi General Suharto yönetiyordu. Anılarında "Güçlünün zayıfların topraklarına, mallarına-mülklerine fütursuzca el koyduğu" bir yönetim ve dönem olarak anlatıyor Suharto Endonezya'sını. Obama daha sonra, kendi ifadesiyle, "Çürümüş diktatörlük" rejiminin reformcu bir başkaldırıyla nasıl sonlandırıldığını da bizzat ve içerden izledi.
Başbakan Merkel de çocukluğunu ve gençliğini totaliter bir rejimle yönetilen bir ülkede yaşadı: Doğu Almanya'da. 20 küsur yıl önce Berlin Duvarı'nın çöküşüne, Sovyet İmparatorluğu'nun dağılmasına ve Doğu Almanya'nın ortadan kalkmasına da bizzat tanıklık etti, hatta o dönemin önde gelen aktörleri arasında yer aldı. O nedenle şimdi Mısır başta olmak üzere Arap coğrafyasındaki gösteriler, başkaldırılar ile Doğu Avrupa'da komünist rejimleri silip süpüren kasırga arasında paralellik kuruyor, "Çektikleri acıları haykıranların yanında yer almazsak, kimliğimizi inkâr etmiş oluruz" diyor.
Başbakan Erdoğan'a gelince; AK Parti'yi iktidara 3 Kasım 2002'deki "Sandık devrimi" taşımadı mı? 1999-2002 arasında Türkiye'yi yöneten iktidarın ve parlamentonun çürümüşlüğü, çaresizliği, beceriksizliği, kriz üreticiliği ve Bizans oyunları değil miydi halkı bu "Sandık devrimi"ne yönelten?
Bizce üç liderin de Mübarek'e "Çekil" çağrıları hem meşru, hem gerçekçi. Ve üçü de aslında Mübarek'in iyiliğini istiyor. Hem Mübarek'in, hem de Mısır'ın...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA