Önceki hafta Antalya Demirciler Çarşı'sında bir Soba Müzesi'nin açılışına tanık olduk. Dört katlı bir kule içinde, her şey o kadar güzel yerleştirilmiş, o kadar güzel anlatılmış ki çok beğendim. Tek eksik, bizim soba ile olan ilişkimiz ve hatıralarımız. Onu da ben sizlere anlatmak istiyorum. Gelin isterseniz bir süreliğine o sobalı günlere geri gidelim. Ne kombi, ne klima, ne de başka bir şey. Hiçbir şey, sobanın verdiği sıcaklığın yerini tutmuyor. Hele yanarken çıkardığı çıtırtılar bile insana huzur vermeye yeter. 1935'lere kadar Antalya'da soba bilinmez, mangallar ısınmak için de kullanılırdı. Evlerde, ocaklarda közlenen ateşler bakır ya da pirinç mangallara alınıp odalara konulur, ev halkı da onun etrafına toplanıp ısınırdı. Antalyalıların ısınma için kullandıkları mangal kömürünü eskiden Varsak köylüleri temin ederdi. Meşe, palamut ağaçları ile köklerinden elde edilen özel bir usulle yakılarak çıkarılan odun kömürleri çuvallarda eşeklere sarılarak Antalya'ya getirilip satılırdı. 1950'li yılların sonralarında soba kullanımı Antalya'da yaygınlaştı. "Ördek Soba" adı verilen ilk sobalar kalın tenekedendi. Kışa girerken bu teneke sobalar ve boruları kurulmadan yaldızlı boya ile boyanır, kış bitince kaldırılırdı. Eylül aylarında aileler kışlık odunu almak için Şarampol mevkiindeki odunculara koşarlardı. Odun talaşı (yongası) yakanlar ise ihtiyaçlarını yaz aylarında hızarcılara sipariş ederlerdi. Odun taşımak, sobanın külünü dökmek işin en can sıkıcı kısmıydı. O zamanlar duvarlarda hazır soba delikleri olmadığı için, pencerenin bir camı çıkarılıp yerine delikli bir teneke çakılarak, soba borusu sokağa çıkarılırdı. Soba borularının oda içinde de bazı yerlere tel ve çivi ile tutturulması gerekirdi. Kurarken, bu bağlantılar yeterince sağlam olmazsa, sobayı kurdum derken, bütün borular ayrılıp yere düşerdi. Evde bu yüzden soba kurulurken, karı-koca arasında muhakkak bir kavga çıkardı. Özellikle çıralı çam odunu yakıldığında, kurumla dolan soba borularını evi batırmadan tek tek söküp kazkanadından süpürge ile temizleyip silkelemek, büyük bir beceri gerektirirdi. Sobanın oturma odasında kurulacağı yere önce kare şeklinde bir muşamba serilir, üzerine ısı yere geçip yangın çıkarmasın diye mermerden bir altlık konur, üzerine de soba oturtulurdu. Klasik tuğlalı, tuğlasız saç odun sobası, kovalı soba, fırın bölümlü kuzine, ördek soba, gaz sobası gibi birçok türü vardı. Bir kaç ay olsa da sobanın kurulduğu odada soba, evin en saygın eşyası haline gelirdi. İlk önceleri odun yakacak olarak kullanılıyorken, sonraları talaş ve gaz sobaları da kullanılmaya başlandı. 1970'li yıllarda emaye odun sobaları ve Auer ve Vezüv gaz sobalarına geçilince, soba yazın dahi yerlerinden kaldırılmayan evin adeta bir mobilyası haline gelmişti. Bir dönem çok meşhur olan "Zibro Komin" marka Japon sobası o yıllarda ailenin sosyal gelişmişlik göstergesi idi. 1980'li yılların sonunda çıkan ve bütan gazla çalışan katalitik sobalar tercih edilmeye başlandı. Sobanın sürekli yanar halde tutulması için, altı eşelenir, arkadaki mandal açılıp kapatılır, alt kapak sık sık konum değiştirirdi. Hatta sırf soba yakmak için "Alev", "Yak" gibi markaları olan, mazota bulanmış talaş parçalarından yapılma tutuşturma malzemeleri bakkallarda torbayla satılırdı. Soba, borularının yaslandığı duvarın badanasını bozmasın, eşyaları yakıp deforme etmesin diye "amyant" plakalarla ısının önü kesilmeye çalışılırdı. Bazı evlerde hala ısınmak için kullanılmakta olan sobalar bir dönemde kış aylarında yaşamımızın bir parçasıydı. Sobanın etrafı kış akşamları ev halkının yegâne buluşma alanı olurdu. Onun etrafında oturulur; eski günler, masallar, yaşanmış öyküler anlatılırdı.
KESTANE KEBAP
Soba denilince ilk akla gelen kestanedir. Üzerinde pişirilip, yere sofra bezi serilip ailecek yenilen kestanelerin kabukları sobaya atılırdı. Çöplerin büyük bir kısmı sobada yakıldığı için çöp kutuları daha az dolardı. Sonra meyveler yenir portakal ve mandalina kabukları soba üzerine konur; hafif hafif çıtırtılar duyulur ve evi güzel bir koku kaplardı. Mandalina, portakal ve hatta elma kabukları eve hoş bir parfüm salarak bir tür tütsü görevi görürdü. Evin daha birçok ihtiyacını karşılardı sobalar. Su ısıtmak, çay demlemek, ekmek kızartmak, patates közlemek gibi işler de görürdü sobalar. Üzerine büyükçe bir çaydanlık konulurdu. Ama çaydanlık, suyu hemen bitmesin diye sobanın tam ortasına değil, olabildiğince kenarına doğru konulurdu, kendi kendine kaynardı öyle. İbiğinden buhar fışkıran çaydanlıktan doldurulan, dışarıdaki soğuk havayı veya çisil çisil yağan yağmuru pencereden seyrederken yudumlanan çayların ayrı bir anlamı vardı.
YAŞAMAK LAZIM
Gürül gürül yanan sobanın yanındaki mindere bir kedi gibi kıvrılmak ne güzeldir. Özellikle arka tarafta kalan odalardan birine veya tuvalete gidip gelirken hissedilen ürpermenin, sobanın yanı başında hemen geçmesi ile duyulan hazzın, bugün bunu yaşamamış olanlara anlatılması çok zordur. Çocukluğumuzda annelerimiz sobanın yanına konan genişçe bir leğen ve sobanın üstünde ısıtılan bir güğüm suyla yıkarlardı bizleri. Çocukların bir eğlencesi vardı. Su damlatırdık yanan sobanın üstüne. Damlatılan su "Cısss!" diye bir ses çıkarır ve topak topak dağılırdı. Annemiz odada değilse; bunu kızgın sobanın kapağına damlattığımız tükürük ile yapardık. Cızırtılar eşliğinde kaynayan tükürükçüğün dansını seyretmek bizi çok mutlu ederdi.
SOBADA KALAN ÇORAP
Soğukta okuldan çıkmışsın. O zamanlar Antalya'da yolların çoğunluğu toprak. Yağmurdan ıslanan çorapları soba arkasında kurutayım derken, tabanı kalırdı sobada. O izi hep taşırdı sobalar, her kış yenileri eklenerek.