Antalya, bugün bir turizm kenti olarak bütün dünyada biliniyor. Her yıl 10 milyona yakın insan, tatillerini geçirmek için Antalya'ya koşuyor. Bunu 1960'lı yıllarda hayal etmek bile olanaksızdı. Peki, bundan 40-50 yıl önce Antalya'da günlük yaşam nasıldı? Ondan da önemlisi Antalya nasıldı? Şimdi şöyle o yıllara doğru geçmişe bir yolculuk yapmak olanağımız olsaydı, Antalya'nın o yıllarda Anadolu'nun bir köşesinde; diğer illerden tamamen izole edilmiş, kendi kıt olanakları ile yaşamını sürdürmeye çalışan, fakir bir kasaba görünümünde olduğunu görürdük.
ZENGİN SAYISI 15'İ GEÇMEZDİ
O günlerde Antalya'da sayıları 10-15'i geçmeyen zengin aile ile memur sınıfı ve işleri tıkırında olan birkaç tüccar ve esnafın dışında, halk oldukça fakirdi. Çok çok olsa, bayram günlerinde yılda bir kez satın alınabilen giysiler bütün yıl giyilirdi. Özellikle erkeklerin giydikleri, pantolonların, ceketlerin kumaşları oldukça adi ve sanki ottan yapılmışçasına çok çabuk eskirdi. Giyilirken büyük özen gösterilmesine rağmen, pantolonların dizleri, oturulan yerleri; ceketlerin dirsek kısımları hemen birkaç ay içinde eskir, delinirdi. Bu nedenle bu elbiseler terzide diktirilirken, satın alınan kumaş, ilerde yama yapmak için muhakkak biraz fazla kestirilirdi. Takım elbise için de pantolon, çok çabuk eskidiği için iki adet diktirilirdi. Yamasız pantolon veya elbiseyle gezenlerin sayısı çok azdı. O zamanlar "yamalı gezmek ayıp değil, elbisesi sökük gezmek ayıp" denirdi. Ayakkabılara gelince: Çocuklar, bayram öncesi alınan ayakkabıları ve giysilerini yatarken yatağın başucuna koyarlar; binbir hayallerle, ertesi gün yeni ayakkabıları ve giysileri giymenin sabırsızlığı içinde uykuya dalmaya çalışırlardı. Bu ayakkabılar ve giysiler bayram boyunca giyilir, bayram bitince de, gelecek bayrama kadar annelerin çeyiz sandıklarında saklanırdı. Bayram sonrası çocuklar, ya yandan madeni tokalı "Dora" marka eski plastik ayakkabılarına dönerler ya da bayram öncesi olduğu gibi yalınayak oyunlarına devam ederlerdi. Çorap giymek adet olmadığından, o plastik ayakkabıların tokaları, çocukların ayaklarında, tokanın ayağa dokunduğu yerde, uzun süre kapanmayan yaralar açardı.
İPEKBÖCEĞİ ÜRETİMİ
Antalya, 1960'lı yıllara kadar Bursa'dan sonra, Türkiye'nin ikinci büyük ipek üretim merkezi idi. Antalya'daki evlerin bahçelerinde ipekböceği üretimi için muhakkak bir dut ağacı bulunurdu. Her aile bir miktar ipekböceği sürfesi (kozası) alır, evlerinde siyah bir örtünün üzerine bu kozaları yayardı. Sonradan kozadan çıkan kelebek alınarak erkeği ile dişisi bir araya konarak çiftleştirilirdi. Bunun sonucunda dişisi çok sayıda yumurta bırakırdı. Bu yumurtalardan yüzlerce ipekböceği çıkardı. İpekböcekleri evlerin alt katlarında, hazırlanan tahta raflara konur; üzerlerine dut yaprakları yerleştirilirdi. Burada ipekböcekleri kozalarını örerlerdi. Sonra bu kozalar, bugün Zerdalilik Kahvesi (o zamanki adı ile Kozaklı Kahve) denilen yerde kurulan ipekböceği kazanlarına atılır, çekilen ipek çıkrıklarına sarılırdı.
KENTİN CADDELERİ
Bugün caddelerine bakınca Antalya'yı adeta tanıyamıyorum. Benim çocukluğumda tüm caddeler yemyeşildi. Yalancı karabiber ve akasya ağaçları, yaz sıcağında serinlik verirdi. Bunları, enerji hatlarına zarar verdikleri gerekçesi veya yolları genişletmek için adeta katlettiler. Atatürk Caddesi'ndeki palmiyeleri de kesmek için şehir plancılarımızın ağzı sulandı. Fakat buna cesaret edemediler. Yine de yazın çevreye serinlik veren su kanallarını kapattırmaktan kendilerini alıkoyamadılar. Sonra bu kanalların bir bölümü, tekrar ilk durumuna döndürülmeye çalışıldıysa da hiçbir zaman eski işlevine ulaşamadı.
DÜDEN'İN SOĞUK SULARI
Eskiden bu kanallarda, hatta küçücük dar sokaklarda Düden Çayı'ndan gelen buz gibi sular akardı. Kağıt veya ağaç kabuklarından kayıklarımızı bu arık sularına koyar, sonra yetişebilmek için, sokağı soluk soluğa koşardık. Caddeler yazın bu suyla yıkanır. Düden Çayı bahçeleri sular; değirmenleri döndürür; Burhanettin Onat caddesi sonundaki elektrik türbinini çevirirdi.
İPEKTEN ÇEYİZ
Genç kızların çeyizlerinde ipekten dokunan iç giyimi çoğunluktaydı. İpekten çeyizi olmayan kızlar hoş görülmezdi. Çünkü kocaları abdest alırken kollarını, paçalarını sıvadı mı; bütün o ipek iç çamaşırların işlemeleri, oyaları herkes tarafından görülmeli ve "Aman karısı bu adamı ne kadar da çok seviyor" denilmeliydi. Daha neler vardı, çocukluğumun Antalyasında? Neler yoktu ki!
TENEKE SAKSIDA ÇİÇEKLER
Her evin bahçesinde teneke saksılarda hiçbir özel bakım istemeden yetiştirilen beyaz ve kırmızı zambak, menekşe, karanfil, yasemin, ful, sümbülteber, rengarenk şakayıklar, fulya, katmerli nergis gibi çiçeklerle birlikte, muhakkak birkaç tane portakal ve turunç ağacı vardı. Nisanın geldiğini portakal ve turunç çiçeklerinin bütün kenti saran kokusundan bilirdik. Turuncun ayrı bir özelliği vardı. Hemen her yemeğe konurdu. Kabuğundan elde edilen nefis reçel her evde misafirlere ikram edilmek üzere beklerdi. Ayrıca çaya koku vermek için yapılan özel bir esans, yine turunç kabuklarından yapılırdı. Bugün Antalya'ya baktığımızda artık eski fakirliğinden, geri kalmışlığından, Anadolu'nun bir kenarında unutulmuşluğundan eser yok. Antalya her gün daha çok kalabalıklaşıyor, hem de daha çok güzelleşiyor. Fakat bunu fark etmek için zaman zaman Antalya'nın eski günlerini de hatırlamak gerekiyor.