Bugün, gazeteniz SABAH'ın 30. doğumgününü kutluyoruz. Şöyle bir 30 yıl geriye baktığımızda; Antalya'nın da çehresinin değiştiğini görüyorum. Antalya adından, 1980'li yıllarda 'Altın Portakal Film Festivali' ile yılda ancak bir kez gazetelerde söz edilirdi. Fakat 1980'li yılların ortasından itibaren ince kumlu sahillerinde birbiri ardına inşa edilen süper lüks oteller, Turizm Bakanlığı ve Turizm Bankası işbirliği ile başlatılan Kaleiçi Projesi, Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin katkıları Antalya'ya canlılık getirdiği gibi, çok sayıda turist de getirdi. Özellikle 2000'li yılların başından itibaren Antalya, dünyanın tanıdığı kentlerden biri oldu. Geçtiğimiz yıllarda Antalya bölgesine gelen turist sayısı 12 milyonu buldu. Bu turizm yönünden gelişmeler, 12 milyon yabancı turistin Antalyamızı ziyaret etmesi ülkemiz ve biz Antalyalılar için çok güzel gelişmelerdi. Biz o günlere kadar bu güzellikler içinde yaşar; bu güzellikleri, bu denizi, bu güzel plajları başkaları ile paylaşmayı çok isterdik. 1953 yılından itibaren merhum Dr. Burhanettin Onat'ın önderliğinde Antalya'yı dış dünyaya tanıtmak adına tarihi Aspendos Tiyatrosu'nda "Tiyatro ve Müzik" festivalleri yapmaya başlamıştık.
TANITMA ARAYIŞLARI
Peki, bugüne gelinceye kadar Antalya'da neler yaşamıştık? Antalya, 1960'lı yıllara kadar kendi halinde yaşayan, Akdeniz kıyısında neredeyse varlığından kimsenin haberi olmayan bir kentti. Antalya'nın ismini duyurmak için hemen her Antalyalı, kendince çok çaba harcadı. Antalya'nın nüfusu o yıllarda yalnızca 48 bin 747 idi. Kentin güzelliği dillere destandı. İskele'den Karpuzkaldıran Plajı'na kadar tam 29 tane şelale vardı. Bunlar falezlerden Akdeniz'e akarken büyük bir renk cümbüşü ve güzel bir manzara oluştururlardı. Antalya'nın güzelliği insanı o kadar etkilerdi ki bu güzellik Antalya'da yaşayan birçok insanı şair yapmıştır. Doğa insana o yıllarda "Ah güzel Antalya, ah güzel Antalya" diye şiirler yazdırırdı. Neredeyse bütün Antalyalı gençler o yıllarda katıksız birer doğa şairi idiler. Ne var ki bu güzellikleri, Antalyalılar dışında gören pek az insan vardı. Antalya'yı, Antalya'nın haritadaki yerini bilen bile çok azdı. O yıllarda Antalya'ya tek tük yerli turistler gelirdi. Bir de görevli memurlar gelir giderdi. Otostopla gelen arkeoloji ve tarih meraklısı birkaç yabancı turisti saymazsak, o yıllarda Antalya'nın ağırladığı insanlar sadece yerli ziyaretçilerdi. Antalya, tüm bu doğal güzelliklerine ve tarihi zenginliklerine karşın çok yalnız bırakılmış bir kentti. Okuldaki yıllarımı hatırlıyorum da coğrafya kitabımızda boş yere Antalya ile ilgili bir bölüm arar dururdum. Antalya kenti ve çevresi, coğrafya kitabımızda tek bir cümle ile geçiştirilirdi: "Türkiye'nin güneyinde Adana ve Mersin illerinin yanında bir de Antalya ili vardır." İşte hepsi o kadar. Antalyalı bunu kendine dert ediyor; "Ne yapıp yapıp, Antalya'yı dış dünyaya tanıtmalı" diye çözüm arıyordu.
DUA GECİKMELİ DE OLSA TUTTU
Çocukluluğumda kentimin güzelliklerini bu dünyada yaşayan bütün insanlarla paylaşmak, Antalya'nın, bu güzelliklerinin herkes tarafından bilinmesini, görülmesini isterdim. Deprem olsun, doğal bir afet olsun da Antalya'nın birkaç fotoğrafı gazetelerde yayınlansın; radyolar Antalya'dan söz etsin isterdim, çocuk aklımca. Hatta bir olayı bugün gibi hatırlıyorum. Ruslar 12 Nisan 1961 günü "İlk İnsanlı Uzay Uçuşu"nu gerçekleştirmişler ve Rus Astronot Yuri Alekseyeviç Gagarin'i uzaya göndermişlerdi. Radyodan verilen haber- lere göre Gagarin'i taşıyan "Vostok I" adlı uzay kapsülünden ayrılan roketin itici bölümü, teknik bir hata sonucu dünyanın herhangi bir yerine düşecekti. Radyo spikerine göre kötü haber, uzaya fırlatılan uzay aracının ana gövdesinden ayrılan bir parçanın dünyaya düşeceği idi. Fakat düşeceği yer belli değildi. Çocuk aklımca bunun Antalya Körfezi'ne düşüp, tüm dünya basını gazetelerinde Antalya'yı konu etsin diye Allah'ıma dua etmiştim. "Allahım n'olursun! Bu uzay aracının parçası Antalya Körfezi'ne düşsün de, bütün dünyadan gazeteciler gelsin Antalya'ya. Hem Antalya'nın güzelliğini görsünler, hem de gazetelerinde yazsınlar" diye. O çocuksu aklımla bu olaydan çok umutlanmış ve dua sözlerimi birbiri ardından sıralamıştım. Duam hemen gerçekleşmedi ama; herhalde benim o gün çocukken yaptığım bu duam gereğinden fazla kabul görmüş olmalı ki şimdi Antalya, hemen hemen tüm dünyanın tanıdığı bir yer oldu. Fakat bugün Antalya'daki betonlaşmayı, kentimin doğasının ne kadar çok bozulduğunu gördükçe; "duamın dozunu biraz fazla kaçırmışım" diye üzülür; bundan kendimi sorumlu bile tutarım.
ÇOK DEĞİŞTİK
Antalya'da toplumsal yapı ve kentsel dokunun değişimi içinde insan ilişkileri de değişerek, yakın komşuluk olgusu, gelenekler, görenekler tamamen ortadan kalkmış gibi görünüyor. Özellikle Antalya hanımları ve lokantalarındaki aşçıları, çeşitli yemek yapma hünerleri ile ünlü idi. Antalya'nın bu hızlı kentleşme sürecinde, beslenme alanındaki geleneksel biçimler de unutulmaya başladı. İşte "Sabah'ın 30. Yılı" denilince; aklıma ilk gelen yine Antalya ve bu yaşadıklarımız oldu.
VE BUGÜN...
son 30 yılda Antalya kenti, bazı yıllarda yüzde 45 gibi çok yüksek oranlarda iç göçlere uğradı. Bu nüfus artışı yıllık 50-60 bin kişi olarak devam ediyor. 30 yıl öncesine kadar büyük kasaba görünümündeki Antalya, hızlı yapılaşma ile izleyen yıllar içinde adeta bir beton-kente dönüştü. Kent merkezinde eskiden sokak dediğimiz daracık yollar, bugün artık toplum taşıma araçlarına hizmet vermek zorunda kalıyor. Belediye başkanlarının görevleri de her geçen gün, biraz daha da zorlaşıyor.