İstanbul Film Festivalinde bu yıl yeni düşünceler geliştiriyorum; festivalin sınırlarını aşıp daha genele uzanan kimi yargılar... Sizlerle paylaşmaya çalışayım, bakalım katılacak mısınız? Öncelikle, salon sinemalarının gitgide ev sinemalarına yenik düşmeye başladığı, eski salonların hemen her ülkede, ama özellikle bizde kapılarını birer-ikişer kapadığı, film izlemenin en iyi olasılıkla AVM denen ve yine bizde cıcığı çıkarılan yeni, modern mekanlarda, başlı başına bir seremoni değil, iki alışverişle bir yemek arasında bir yan etkinlik etkinlik olduğu günümüzde, festival bizlere eski usül film izlemenin o eşsiz keyfini hatırlatıyor. Nasılsa açık kalmış Atlas, Beyoğlu gibi sinemalarda, bine yakın insanın nefes almadan, aynı düşüncelerde, aynı duygularda buluştuğu bir büyük tören olma özelliğini.... Aynı şeyleri paylaşmanın, aynı tepkileri göstermenin o anlatılmaz hazzı, bizlerin eski günlerden çok iyi bildiği, ama gençlerin belki yeni baştan öğrenmeleri gereken bir olay. Ve de bireyciliğin gemi azıya aldığı bu çağda, bir şeylerde kalabalıkla buluşmanın, şairin dediği gibi 'yarin dudağından gayri' her şeyi ortaklaşa yapmanın zevki yeniden yaşanıyor. Az şey mi bu? Ama öte yandan, festivalin çok farklı bir yanı da var. Hatta anlatageldiklerimin tam tersi gibi gözüken... O da bizlere film seçme konusunda çok geniş bir özgürlük getirmesi. Yalnızca Beyoğlu'nu düşünürsek, dört sinemada beşer seanstan günde 20 film gösteriliyor. Ve siz özgürce seçebiliyorsunuz: Sabah 11'den gece 21.30'a dek... Böylece önünüzde, klasiklerden modernlere emsalsiz bir yelpaze açılıyor. Üstelik hepsi belli sanatsal kaygılarla seçilmiş, uzmanların öğütleriyle oluşmuş görkemli bir seçki. Toplam 230 filmi bulan... Ve böylece artık film yapımcılarının veya getirticilerinin kişisel yetenekleri, beğenileri veya kaprisleriyle oluşmuş, sınırlı (her hafta ortalama 5-6 film) arasından seçmek yerine, günde 20 düzeyli film arasından seçerek gidiyorsunuz. Bu müthiş bir özgürlük değil mi? Elbette çoğunu göremiyorsunuz. Ama görebildikleriniz yeter... Ruhumuz doyuyor, ufkumuz genişliyor, dünyaya bakışımız değişiyor. Ve hem klasikleri tanımak, hem de çağdaş sinemayı solumak açısından ister seyirci, ister sinemacı (belki müstakbel sinemacı veya sinema yazarı) olalım, çok şey öğreniyoruz. Tam 16 gün sürecek bir büyük sinema kursu gibi. Önemli değil mi?
VE İLK HAFTANIN EN İYİLERİ
Geçen haftanın benim için en büyük sürprizlerine gelince... Açılış filmi
Copacabana, aslında tümüyle tek bir oyuncuya dayalı filmlere iyi bir örnekti. Isabelle Huppert'in adeta bir elbise gibi sırtladığı o hafif kaçık, eksantrik ve özgür ruhlu anne karakteri olmasa film ne olurdu, bilmiyorum! Ama bu kadarı görülmesine yeterli bir neden olabiliyordu. Bir diğer Fransız filmi, Bertrand Blier'nin
Buz Sesi, sanatçının tüm filmleri gibi hınzır ve gerçek-üstücü bir mizaha dayanan şaşırtıcı bir kara komedi idi. Kanser denen ölümcül hastalığın bir film boyunca bir insana dönüştüğü! İngiliz Mike Leigh'nin
Ömrümüzden Bir Sene filmi, sanatçının incelmiş sinemasıyla anlatılmış bir aile öyküsüydü. Alt-orta sınıftan yaşlı bir çift, yakınları ve dostları. Ve dört mevsime bölünmüş biçimde anlatılan ilişkileri. Yumuşak, duygusal, hüzünlü, her mevsim kadar her karakterin de ayrıntılarını hissettiren bir portreler bütünü. Romen filmi
Yarın, kendi halinde bir emekçinin sınırda 'avladığı' kaçak Türk işçisiyle dostluğunu duygu sömürüsüne düşmeden, ama çağımızın evrensel göç olayına özgün bir bakış getirerek anlatıyordu.
Ölümüne Kaçış'ta emektar Polonyalı yönetmen Jerzy Skolimowski parlak bir dönüş yapıyor ve bir Taliban savaşçısının Afgan çöllerinden Orta Avrupa kırsalına uzanan garip ve gerçek-üstücü öyküsünü anlatıyordu. Savaşın ortasında kıstırılmış insanoğlu temasını unutulmaz sahnelerle görselleştirerek... Tuhaf bir biçimde, bambaşka bir film, Danimarka belgeseli
Armadillo da aynı dekora, Afgan savaşına eğiliyor ve bir Danimarka birliğinin yaşadıklarını adım adım izleyen kamerası aracılığıyla, savaşın korkunçluğunu veriyordu. Dramatik bir filmin gücüne erişerek... Rusların geçen Oscar'lara yolladıkları
The Edge/Kray ise İkinci Dünya Savaşı'nın hemen bitiminde, Almanların toplama kamplarından kurtulup bu kez Rusların 'işbirlikçiler' için kurdukları kampa düşen talihsizlerin öyküsü ve ayni zamanda, eski lokomotifleri kullanan müthiş bir 'tren filmi' idi. Amerikan bağımsızlarından gelen
Littlerock, derin ABD'yi ziyaret eden iki Japon genci aracılığıyla iki kültürü ilginç biçimde karşılaştırıyordu. Yine aynı akımda gelen
Meek's Cutoff/Kestirme Yol ise bir tür 'western'in özünü sunma projesiydi: tipik bir western konusunu, o tür filmlerin aksiyon ve şamatasını tümüyle ikinci plana atıp işin özüne inerek sunma çabası. Ve çok başarılmış bir çaba. Uzakdoğu'dan gelen filmlerden
Elveda Taypey, Tayvan'dan gelen bir tür romantik komedi,
Ha Ha Ha ise bir Kore komedisiydi. Ama iki filmin de bizim komedi anlayışımız içine girdiğini söylemek zordu doğrusu... Bakalım, bu hafta neler getirecek.