Eva-Maria Zurhorst 1962 doğumlu. Beş yaşındayken bile kendisini yalnız hisseden bir çocuk olmuş Eva. Okul yıllarında, çevresinde birileri olduğunda şiddetli migren krizleri yaşarmış, karanlık bir odada yalnız kalana kadar devam edermiş ağrı. Gençliğinde de değişmemiş durum; bu kez kalabalıklarda heyecan, korku, sıkıntı gibi nedenlerle solunumunun hızlanması sonucu bayılmaya varan ataklar geçirmeye başlamış. Biraz da yaşadığı çevreden uzaklaşmak için, henüz çok gençken, gazeteci olarak kendisini Mısır'a atar. Hep bir şey aradığını söylüyor Zurhorst. Sonuçta hayat onu tekrar Almanya'ya getirir. Bu kez Berlin'de, bir şirketin insan kaynakları bölümünde çalışmaya başlar. Git gide insan psikolojisine odaklanır, hızlı yükselir işinde. Ama sinir krizleri, hayal kırıklıkları peşini bırakmaz. Ve günün birinde, 32 yaşındayken, spor arabasını, lüks teras katını, seyahatlerini geride bırakmayı göze alarak istifa eder. Başka bir hayat başlar Eva için, evden ufak tefek metin işleri yapar. Ve hayatını kökten değiştirecek bir şey olur; hamile olduğunu öğrenir. Çocuğunun babası, kendisinden altı yaş küçük, işle güçle pek ilgisi olmayan, hayat tecrübesi Eva'nınkinden çok farklı, aklı bir karış hayada genç, çekici bir adamdır. Eva eşini şöyle anlatıyor: "Onun yanında her şey sıcaktı, beni güldürüyordu. Ancak ne ilk bakışta şimşekler çakmıştı, ne de benim bu zamana kadar hayalini kurduğum yaratıcı ve kabiliyetli mimar veya kelime virtüözü yazarlardan biriydi. Yaslanmak için geniş omuzlara sahip bir adam da değildi ve hayatının anlamı ya da kadını arayışında da değildi. Buna karşın ben o zamana dek hayatımın adamını aramaktaydım."
AYRILMAYI ÇOK DÜŞÜNDÜ
Eva-Maria Zurhorst hâlâ aynı adamla evli. Eşi ve kızıyla yaşamaktan çok memnun ve beyaz atlı prensini ya da prensesini arayanlarda yardım etmeye çalışıyor; ilişki koçluğu yaptığı işlerden biri. Elbette evliliği boyunca çok sıkıntı çekilmiş, eşler karşılıklı birbirini mutsuz etmiş. Eva defalarca boşanmayı düşünmüş, fakat bugün danışmanlık yaptığı kadınlara, boşanmanın, ayrılmanın çok gereksiz olduğunu, en iyi ilişkinin şu anda sahip olduğumuz ilişki olduğunu söylüyor. Zurhorst kendi hayat deneyimi ve aldığı psikoloji eğitimiyle oluşturduğu yöntemini Kendini Sev, Kiminle Evlendiğin Önemli Değil adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatıyor.
BOŞANMAK ÇÖZÜM DEĞİL
Hiç aklınıza gelir mi bilemiyoruz ama, küçük kardeşinize karşı duyduğunuz kıskançlığın ya da anne-babanızla yaşadığınız bir olumsuzluğun sizi iyi, huzurlu bir evlilikten, ilişkiden mahrum edebileceği hiç aklınıza gelir mi bilemiyoruz. Zira yolunda gitmeyen evliliklerde kadınların dönüp kendilerine bakmaları gerektiğini söylüyor Zurhorst. Birini sevebilmek için öncelikle kendimizi sevmemiz gerektiğini, bunu yapabilmek için de doğduğumuz andan itibaren bizi yaralayan olaylarla, acılarla, duygusal duvarlarla çok zor da olsa yüzleşmemiz gerektiğini belirtiyor. Aksi takdirde bir evliliğin iyi gidemeyeceğini ve bunun suçlusunun kadın olduğunu iddia ediyor. "Ayrılık çözüm değil, çoğu boşanma gereksiz," diyor yazar. Ve kadınlara eşleriyle samimi bir şekilde konuşmalarını, ilişkilerini kurtarmaya çalışmalarını öneriyor. Çünkü önemli olanın sürekli bastırdığımız, bize acı veren, rahatsız eden duygulardan kurtulmak olduğunu vurguluyor. Bunu yapmazsak, bir sonraki ilişki de yine aynı şeylerin olacağını çarpıcı örneklerle anlatıyor. Eva Zurhorst diğer yarımızı, bir erkek bulmak ve ona sahip olmak için en iyi yanlarımızı gösterip, kötü yönlerimizi sakladığımızı da düşünüyor.
NEFRET ETTİĞİNİZ ADAMLA DA OLUR
Kitap gerçekten çarpıcı, hayatta her kadının en az bir kez hissettiği ve ancak ilişkiyi bitirirse kurtulabileceğini düşündüğü durumları büyük bir açıklıkla dile getiriyor. Eşimizden nefret ettiğimiz, hatta tiksindiğimiz anda bile bir evliliği kurtarmak ve mutlu olmak için bir şansımız olduğunu düşünüyor yazar. İnanması zor geliyor ama Zurhorst hikayelerini anlattıkça, iddialarını açıkladıkça insan kendisine sormadan edemiyor "Acaba mı?" diye.
KURBAĞAYA DÖNÜŞEN PRENSLER
İsteyen kabul etsin, istemeyen etmesin ama hepimizin aklında 'bir gün aniden çıkıp gelecek ve bize hayatımızın aşkını yaşatacak bir prens' var. Zurhorst da aynı fikirde, ama acımasızca gerçeği yüzümüze çarpıyor: Beyaz atlı prensin masal olduğunu ve çoğunlukla bu masalın daha düğün gününün sonunda bittiğini söylüyor. Hâlâ prensini bekleyenler alınmasın, şöyle devam ediyor Zurhorst: "Belki de o romantik hayalleri çöpe atmak gerekecek diye endişeleniyorsunuz. Bu doğru! Vazgeçtiğiniz her romantik hayalinizle birlikte aşk size gelebilir. Her yerde asil prenslerimizi, prenseslerimizi ararız. En fazla vasat bir prens ya da prenses buluruz. Bu hayal kırıklığına rağmen onlara inanırız; evlilik içinde de hemen kurtulmaya çalıştığımız kurbağalara dönüşürler." Zurhorst "Aslında prensiniz yanınızda, ona sahip çıkın ve prens olduğunu hatırlatın," demeye getiriyor.
ERKEĞİN HİÇ Mİ SUÇU YOK?
"İyi de erkeğin hiç mi suçu yok?" diyorsanız, bizce haklısınız. Sonuçta evlilik iki kişilik bir şey değil mi? Aslında Zurhorst da buna yakın düşünüyor. İşin içinden çıkamadığı noktada topu tanrıya atıyor. Hayatının bir döneminde neredeyse inançsız yaşayan Zurhorst, işin içine din girdiğinde evliliğinin sorumluluğunun hafiflediği görüşünde. Bu noktada erkeklerin payına düşeni de söylüyor. "Her mutsuz kadının arkasında güçsüz bir erkek vardır," diyor. Ve erkekleri onlara çizilen toplumsal rollerle ve zayıflıklarıyla yüzleşmeye davet ediyor. Alman Eva-Maria Zurhorst'un hayatı da, söyledikleri de ilginç. Öyle ya da böyle bugüne kadar bildiğimiz, konuştuğumuz, hatta klişe olarak tarif edebileceğimiz önermeleri bir başka yerden okuyor. Bakmayın siz kadınlara, beyaz atlı prenslere saydırdığına, Zurhorst da aslında mutluluğun yolunu arıyor.
YAĞDAN KALKAN
Geçmiş travmalarımız, duygusal yaralarımız bugünümüzü etkiliyor kuşkusuz. Zurhorst bu durumu örneklerle anlatıyor kitabında, fazla kilosu olan bir danışanın hikayesi de var kitapta. Bu kadın sürekli kilo vermeye çalışıyor ama her defasında başarısız oluyor. Terapi esnasında kadının bir erkeğe bağlanmak istediği zamanlarda çok kilo aldığı keşfediliyor. Danışan, erkeklerle ilgili sürekli kötü şeyler söylüyor. Terapilerde bir gerçek daha ortaya çıkıyor: Danışanın babası, annesini terk etmiş. Terapiler sonucunda kadın, yağlarını kendisini terk edecek birine güvenmemek adına kalkan gibi kullandığını anlamaya başlıyor. Sorunun çözümü ilginç oluyor: Kadın dolgun ve kilolu kadınları seven erkeklerin yaşadığı Mısır'a gitmek durumda kalır iş için. Yine erkekleri kendisinden uzak tutmayı başarır. Ama bu sefer kilo kaybederek.