GARANTİ İSTEYENLER:
Dokuz dalda Oscar adayı olan
Birdman merakla beklenen filmlerden biri. Doğal olarak da festivaldeki Oscar adayı kontenjanının bu yılki favorisi. Bir başka favori ise Tim Burton'ın
Büyük Gözler filmi. Hatırlatalım iki film de sanat dünyasının ihtiraslı koridorlarında dolaşıyor.
DÜNYADA NELER OLUYOR:
Dünyanın gidişatı gidişat değil. Eee sinemacılar da elden geldiğince filmleriyle tanıklık etmeye çalışıyor. Sergei Loznitsa'nın
Meydan belgeseli geçen yıl Ukrayna'da meydana gelen 'devrime' odaklanıyor. Jon Stewart, ilk kurmaca filmi
Gülün Suyu'nda 2009'daki İran seçimleri sonrası tutuklanan BBC muhabiri Maziar Bahari'nin yaşadıklarını aktarıyor. Gael Garcia Bernal'li film günümüzde gazetecilerin nasıl hedef alındığının da göstergesi.
Gümüş Suyu: Suriye'nin Otoportresi ise yanı başımızda kanayan yara Suriye ile ilgili çarpıcı bir belgesel.
BAŞYAPIT:
!f'te tek bir filme gitme hakkımız olsa hiç kuşkusuz bu film, film çekmesi yasaklanan ve yıllarca hapiste yatan Ermeni asıllı Rus yönetmen Sergei Parajanov'un
Narın Rengi olurdu. Filmin kopyası, Martin Scorsese'nin kurduğu The Film Foundation tarafından yenilendi. Daha ne olsun!
BİZDEN OLSUN:
Adana Film Festivali'nin galibi
Toz Ruhu'nda Nesimi Yetik, sizi çok enteresan bir kişilikle, temizlikçi Metin ile tanıştırıyor.
Zenne'nin yönetmenleri M. Caner Alper ve Mehmet Binay yeni filmleri
Çekmeceler ile seyirciyi bir kez daha sarsmaya çalışacak. Cem Kaya
Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması belgeseliyle Yeşilçam'ın arak yüzünü gözler önüne seriyor. Levent Soyarslan'ın 'sahte belgeseli'
OHA: Oflu Hoca'yı Aramak ise gülme garantili ama iğneleyici de aynı zamanda. Seçim sizin...
GENÇLİK:
Yeni nesli anlamak mı istiyorsunuz? Fotoğrafçı Larry Clark'ın
Bizdeki Koku filmine gitmelisiniz. Yönetmenin odağında Fransız gençliği olsa da Clark gençlik konusunda çalışmalarıyla uzman bir şahsiyet. Doğal olarak anlattığı gençlikte bizim de bir şeyler bulabileceğimize emin olabilirsiniz.
ELEŞTİRMENİN DE FİLMİ OLUR:
Biz de sinema eleştirmenleri olmadık hakaretlere maruz kalır ama dünyanın başka yerlerinde onlar için belgeseller çekiliyor! Birkaç yıl önce vefat eden ABD'nin en popüler sinema yazarlarından Roger Ebert'in
Hayatın Kendisi adlı belgeselde anlatılan öyküsü, aynı zamanda sinemanın da hikayesi.
BU SESE KULAK VERİRİM:
Çağımız vicdanlarından biriydi Susan Sontag. Onu hep yazdıklarıyla fikirleriyle tanıdık.
Susan Sontag Hakkında belgeseli onun belki de en kişisel portresini koyuyor önümüze.
KEŞİF:
!f keşfetmeyi ve keşfettirmeyi seven bir festival. Herkes kendi keşfini kendi yapabilir, bizimkisi öneri: Kaç zamandır bizi meraklandıran Kürt yönetmen Batın Ghobadi'nin
Mardan'ı
, Myroslav Slaboshpytskiy'nin işitme engelliler arasında geçen diyalogsuz, müziksiz filmi
Kabile ve Aik Karapetian'ın korku ve gerilim filmi
Turuncu Renkli Adam bizce keşfe açık yapımlar.
YÜZLEŞMEK NEDİR?
Joshua Lincoln Oppenheimer,
Öldürme Eylemi belgeselinde 1960'larda Endonezya'da yüzbinlerce insanı öldüren katillere cinayetlerini anlattırmıştı. İzlemesi, meselenin ağırlığından dolayı çok zor olan bu belgesel sonrası, insan türünün ne kadar vahşi olabileceğini düşünmemek olanaksızdı. Oppenheimer,
Sessizliğin Bakışı belgeselinde abisini öldürülen Adi'nin, katillerle yüzleşmesini anlatıyor.
!f MÜZİKSİZ OLMAZ:
Gelelim müzik filmlerine. Taylan Mutaf, Uluç Keçik'in çektiği
Anadolu Break, dünyanın en yetenekli Break dansçılarıyla, 'yereli' kaynaştıran bir belgesel.
Pulp: Hayat, Ölüm Ve Süpermarketler Üzerine Bir Film ise İngiliz müzik grubu Pulp'ın öyküsü...
Ormanın Şarkısı ise Bayaka müziğinden büyülenip Afrika'ya yerleşen bir insanın öyküsü...
YABAN ELLERDE BULDUM KENDİMİ!
YABAN/WILD
Hollywood, kadınlar ve anneleri arasındaki ilişkiye genelde negatif bir anlam yükler. Kadınların kahramanı ya babalarıdır ya da sevdicekleri... Yönetmen Jean Marc Vallee'nin son filmi
Yaban/Wild bu yönden ezber bozan bir film. Çünkü oldukça cesur bir biçimde bu ilişkiye pozitif açıdan bakıyor. Yönetmen, tıpkı önceki filmi
Sınırsızlar Kulübü/ Dallas Buyers Club'ta olduğu gibi, gerçek bir hikayeden yola çıkarak annesini kaybettikten sonra bunalıma girip hayatını altüst eden ve uyuşturucu müptelası olan bir kadının kendisiyle hesaplaşmasını bir yol öyküsü üzerinden anlatıyor. Cheryl, sırtında çantası zorlu doğa yolculuğu sırasında babasının şiddetinden kaçıp kardeşi ve kendisini tek başına büyüten ve hayata pozitif bakan annesiyle ilişkisini düşünüp onun içindeki cevheri, giderek de kendini keşfediyor. Yolculuğun sonunda ise tipik yol filmlerinde olduğu gibi kendi doğrularını buluyor. Jean Marc Vallee
Sınırsızlar Kulübüne göre daha sade ama etkili bir film önümüze koyarken filmin başında karakteriyle aramıza koyduğu mesafeyi gittikçe azaltarak finale doğru onunla özdeşlik kurmamızı sağlıyor. Böylece Cheryl'nin yolculuğuna bizi de ruhen ortak ediyor.
Yaban'ın akla getirdiği kimi filmler de yok değil. Mesela
Gerry,
127 Saat ve
Into the Wild ilk elden hatırladığımız filmler. Ama
Yaban ne Gus Van Sant'ın
Gerry'si gibi sofistike bir film ne de Danny Boyle'un
127 Saat'i gibi sinemasal meydan okumalara girişiyor. Belki Sean Penn'in yönettiği
Into the Wild'a daha yakın duruyor ama onun kadar da derinlikli değil. Yapımcılarından biri olan Reese Witherspoon ise filmin lokomotifi. En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar adaylığını hak edecek bir performans sergiliyor. Lakin Laura Dern'in En İyi Yardımcı Kadın kategorisinde Oscar adaylığı şaşırtıcı geldi. Oyunculuk kumaşını gösterdiği sadece bir sahne var onda da Oscar adaylığı getirecek bir performans sergilemiyor.
MATRİX'İ ÇEKENLER GERÇEKTEN WACHOWSKİ KARDEŞLER Mİ?
Wachowski Kardeşler, herhalde sinema tarihine sadece Matrix serisiyle kalacak. Çünkü ondan sonra çektikleri filmler gerçekten şaşırtıcı. İnsan gerçekten bu filmleri Wachowski Kardeşler mi çekiyor diye oturup ciddi ciddi düşünüyor.
Hızlı Yarışçı/ Speed Racer , Bulut Atlası/Cloud Atlas ve son olarak da
Jupiter Yükseliyor/ Jupiter Ascending... Yönetmenlerin yarattıkları hayal kırıklığı artık dayanılmaz hale geldi. Peki sorun nedir? İyi yönetmen olduklarına kuşku yok, sinemayı sevdikleri de kesin. Ama hikaye anlatma daha doğrusu senaryo konusunda ciddi sıkıntıları var.
Jupiter Yükseliyor'un da temel sorunu bu.
Bulut Atlası fiyaskosundan sonra gerçi daha düz bir hikayenin peşine düşmüşler ama bu düz hikaye sizi sarıp sarmalamıyor. Detaylarda boğulup duruyorsunuz. Kabaca filmin konusu anlatmaya çalışırsak. Dünyaya geldiği andan itibaren çileli bir hayat süren ve temizlikçilik yapan Jupiter aslında evrende Dünya'nın da sahibi olan bir Kraliçe'nin reenkarnasyonudur. Evrenin de üç varisi vardır ve onlar Jupiter ile ilgili haince planlar yaparlar. Amaç önce onu sonrasında Dünya'yı yok etmek. Fakat o temizlikçi kadın onu bulan bir uzay askeriyle evrenin has sahiplerine kafa tutuyor, macera da akıp gidiyor! Kağıt üzerinde belki daha cazip duran bu hikaye yoğun aksiyon sahneleri arasına sıkıştırılmış dramatik sahnelerle ilerliyor.
Star Wars filmlerinin bir parçası gibi duran bu aksiyon sahneleri orijinal gelmese de gayet iyi çekilmiş. Ama bu tür sekanslardan sonra hemen bir iki diyalogluk inandırıcı olmayan sahnelerle dramatik çatı kurulmaya çalışılıyor ve tabii olmuyor. Geçen hafta
Foxcatcher Takımı'nda izleyip takdir ettiğimiz Channing Tatum bu filmde yine kaslarıyla oynuyor. Jupiter Jones'u canlandıran Mila Kunis ise filme çocuk filmi havası vermek dışında bir şey katmıyor. Evrenin varisleri ise tam klişe 'kötü adamlar'... Bizce yılın fiyaskolarından biri
Jupiter Yükseliyor... Ama filmin hiç mi iyi bir yönü yok derseniz, var tabii. İşin içine mizahın katıldığı bürokrasiyle dalga geçilen bölüm gerçekten kayda değer. Ama sadece o kadar!