Yıl 1984... Türkiye, 12 Eylül darbesiyle şekillenen bir dönemde yolunu çizmeye çalışıyor. Ne asker gölgesinde yapılan referandumla onaylanan anayasa ne de darbeyi yapan Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı insanların içine sinmiş. İktidarda, 1983'teki seçimleri kazanan, Türkiye'yi sivilleştirerek yeni bir yola sokmaya çalışan Turgut Özal var. Türkiye o günlerde demokrasiye geçtik mi, geçmedik mi tartışmasının içinde. İnsanlarsa darbe nedeniyle yaşanan travmaları atlatmaya çalışırken kaygılı ve tedirgin bir şekilde liberal ekonomiye alışmaya çalışıyor. Tedirgin hatta o kasvetli günlerin havasını, bir anlığına dağıtacak, herkesin etrafında birleşeceği ve yüzünün güleceği bir başarı çok önemseniyor. İşadamı Sakıp Sabancı'nın, Los Angeles Olimpiyatları'na katılmadan önce Uludağ'da kampta bulunan Türk Güreş Milli Takımı'nı ziyaret etmesi, takımın favori güreşçisi Avrupa Şampiyonu Reşit Karabacak'tan altın madalya beklentisini açıklaması ve bunun büyük puntolarla haber olması biraz da bu beklenti yüzünden. Çünkü o yıla kadar Türkiye olimpiyatlarda hep güreşte iddialı olmuş. Toplumda, 'Altın madalyayı da ülkeye getirse getirse Karabacak getirir' düşüncesi hakim. ABD'de yapılan olimpiyatlara, Rusya ve Bulgaristan gibi güreşte iddialı ülkelerin protesto edip gitmemesi de madalyayı kazanma inancımızı artırıyor. 1984'te TRT'nin renkli yayına başlaması, böylesi bir başarı özlemiyle birleşince Los Angeles Olimpiyatları ülkenin gündemine iyiden iyiye oturuyor. Türk sporcular işte bu güçlü destek ve beklentiyle gönderiliyor ABD'ye. Reşit Karabacak gayet formunda olduğunu, gözünü altın madalyaya diktiğini söyleyip "50 milyon insana sözüm var. Bir aksilik çıkmazsa memleketime olimpiyat şampiyonu olarak döneceğim" diye demeçler veriyor ABD'den. Zaten otoriteler de onu favori gösteriyor.
DİSKALİFİYE EDİLMEDİ
9 Temmuz 1984'te Reşit Karabacak mavi mayoyla ABD'li güreşçi Mark Schultz ile mindere çıkıyor. Schultz da turnuvanın iddialı güreşçilerinden ama önemli değil, çünkü güreş ne de olsa bizim ata sporumuz. Türkiye nefesini tutmuş bu maçı izliyor hem de renkli renkli... Karabacak süratli başlıyor maça. Nice rakiplerini tuş ettiği o ünlü tek dalmalarından birkaçını çekiyor ama Schultz hamleleri savuşturuyor. Lakin son anda Karabacak kolunu rakibine kaptırıyor ve ters bir taklayla tuş oluyor. Maç başlayalı 30 saniye olmuş. Bu tuş, soğuk duş etkisi yaratırken masa hakemleri Schultz'un faul yaptığından şüpheleniyorlar. Türk heyeti de itiraz ediyor sonuca. Karar verilirken Karabacak'ın kolunun kırıldığı fark ediliyor ve hastaneye kaldırılıyor. Karabacak, Mark Schultz'un yenik sayıldığını, maçı kendisinin kazandığını hastanede öğreniyor. Ama ne fayda, sonraki maçlara çıkamıyor ve altın madalya hayali gerçekleşmiyor. Mark Schultz, nedense diskalifiye edilmiyor, yenik sayılsa da sonraki maçlarda iyi bir performans sergileyip altın madalyayı kazanıyor. Sonrasında da "Türk'ün kolunun çat ettiğini duydum ve eyvah şimdi beni diskalifiye edecekler dedim" diyor. Karabacak ise "Amerikalı kolumu kasti kırdı. Mark pehlivan değil. Şu anda onun yerine kürsüde ben olacaktım. Nasıl olsa Amerikalıyım diye mindere çıkıyorlar. Kol da kırsalar, adamın kaşını gözünü de yarsalar hakemden ihtardan fazlasının gelmeyeceğini biliyorlar. Eğer şampiyon olsaydım belki güreşi bırakacaktım. Ancak bir gün Mark ile karşı karşıya geleceğim ve ona güreş nasıl yapılır öğreteceğim" diyerek hakemlere veryansın ediyor. Olimpiyatlar bittiğinde Mark Schultz 82 kiloda abisi güreşçi David Schultz da 74 kiloda olimpiyat şampiyonu oluyor ve ABD'de kahraman ilan ediliyor. Öyle ki ABD Başkanı Ronald Reagan onlarla fotoğraf çektirip tebrik ederek kahramanlıklarını cilalıyor. Biz ise boksta Eyüp Can ile Turgut Aykaç ve güreşte Ahmet Taşkın'ın aldığı üç bronz madalya ile buruk bir şekilde olimpiyatları kapatıyoruz. Ama Mark Schultz'un adı milletçe kara deftere yazılıyor...
BİR İNTİKAM MAÇI
Aradan dört yıl geçiyor. Yıl 1988. Bu sefer olimpiyatlar Seul'de. Türkiye ise yerel seçimlerin erkene alınmasıyla ilgili referandumun arifesinde. Bir anlamda Özal'a güvenoyu referandumu... Özal'ın örtülü ödenekten yüklü bir para ödeyerek ülkemize getirdiği Naim Süleymanoğlu'nun, iltica ettikten sonra Türkiye adına ilk defa olimpiyatlara katılması, bu spor şölenine ayrı bir anlam yüklenmesine neden oluyor. Güreşte yine iddialıyız ama artık halterde de iddialıyız ve altın madalyayı kazanmayı çok istiyoruz. TRT yine renkli yayında ve bu sefer evlerdeki renkli televizyonların sayısı artmış. Naim Süleymanoğlu, Seul'de saçını, alt dudağından üfleyip havalandırarak konsantre olup ağırlıkları kaldırdıkça biz coşuyoruz ekran başında ve beklediğimiz altın madalya geliyor. Cep herkülü de sadece Türkiye'nin değil dünyanın gündemine oturuyor. Öyle bir başarı sarhoşu oluyoruz ki, güreş ikinci planda kalıyor. Ama Mark Schultz ile görülecek bir hesabımız var. Reşit Karabacak'ın "ona güreş nasıl yapılır öğreteceğim" ahını yerine getirmek Necmi Gençalp'e düşüyor. Yarı finalde karşılaşıyorlar. Gençalp, Schultz'u öyle bir yeniyor ki ABD'li güreşçi darmadağın oluyor. Olimpiyatları takip eden ve Karabacak maçını da dört yıl önce canlı kanlı izleyen SABAH gazetesinden Hıncal Uluç maçı anlattığı yazısına şöyle başlıyor: "Necmi Gençalp'in Mark Schultz'u bir kedi fare oyunundan sonra evire çevire nasıl yendiğini, Reşit'in kırılan kolunun intikamını nasıl aldığını zevkten dört köşe, ama tam köşe izledikten sonra..." Fakat hırslı Schultz'un adı kol kırana çıkmıştır, Gençalp'in de kolunu sakatlıyor. Gençalp durumunu ancak soyunma odasına gidince fark ediyor. Finale de sakat çıkıyor ve G. Koreli rakibine yenilerek gümüş madalya ile yetiniyor. Ama Schultz ile hesabımız da kapanıyor. Öyle ki bu olimpiyatlar sonrasında Schultz güreş yaşamını koç olarak sürdürüyor.
DU PONT İSTANBUL'DA
Karşılaşma sonrasında kameralar Schultz'u çekerken hemen arkasında bir adamın silüeti görünüyor. O adam, 1789 Fransız İhtilali sonrasında ABD'ye kaçan, Kral 16. Louis'nin yardımcılarından Pierre Samuel Du Pont'un soyundan, John Du Pont. Aile, Amerika İç Savaşı'nda silah tozu satarak zengin oluyor. 1 Dünya Savaşı'nda da servetlerine servet katıyorlar. John Du Pont, silah sonra da kimya sanayinin aktörlerinden biri haline gelen Du Pont'ların veliahtı! Veliaht ama aynı zamanda hastalıklı bir kişilik. Biraz da annesine olan inat yüzünden güreşe merak sarmış. 1994'te İstanbul'da düzenlenen Dünya Güreş Şampiyonası'na finansa ettiği takımı Foxcatcher ile katılmak için Türkiye'ye gelmişliği de var. Hatta o gelişinde bizim Güreş Federasyonu'na 100 bin dolar bağış yapma sözü verdiğini bile yazıyor gazeteler. Ama Du Pont 1996'da Mark Schultz'un abisi David Schultz'u öldürüyor ve hapse giriyor. (Bu olay sonrası tabii bağış yalan oluyor.) 2010'da da hapishanede ölüyor. Schultz kardeşlerin hikayesi ve Du Pont'un çılgınlıklarının üzerinden çok zaman geçti. Unutuldular desek yeridir. Yıllar sonra bir film bu üçlüyü bize yeniden hatırlattı. Beş dalda Oscar'a aday olan şu an vizyonda bulunan Bennett Miller'ın yönettiği
Foxcatcher Takımı'ndan bahsediyoruz. Film Mark ve David Schultz kardeşlerle John Du Pont arasındaki ilişkiyi anlatarak sert bir Amerika eleştirisi ortaya koyuyor. Son yılların en iyi filmlerinden biri. Yönetmen Miller, Mark Schultz ile Türklerin husumetinin de farkında olduğunu belirten sahnelere yer veriyor filmde. Gençalp'ın Karabacak'ın intikamını aldığı o 1988 Seul'deki maçı canlandırıyor. Bize de, işin bizi ilgilendiren kısmını yazmak ve hikayenin eksik kısmını tamamlamak düşüyor.