Buyur yavrum, gel anacım, ne istersin, sana ne getireyim? Aşçı kadının ilk sözü hep buydu. Müşterisini, evine gelen komşusu gibi karşılar, bir sarılıp öpmediği kalır. Maydanoz, tere, nane tabaklarını üstünde limon dilimleriyle getirir, pat diye koyar müşterisinin önüne; müessese ikramıdır bunlar, hesap dışı.
Yeşilliksiz masa olmaz, etsiz olur, otsuz olmaz. Çorba içsin diye üsteler, malum dörtlüğü söyler hemen, her defasında kendince değiştirerek söyler, saklı şaire. Bu dörtlükler, güzellemeler patlıcan üzre de olur, acı biber üzre de. Patlıcanı farklı kimliğiyle tanıtıp müşteri şaşırtmayı sever: "De hadi de de, patlıcan neden bu kadar tatlı? Çünkü Allah'a inanan ilk sebze odur, yaa... Onun hükmüne de şiirine de karşı çıkılmaz, izin vermez. Sahibesi ve aşçıbaşısı olduğu minicik dükkan onun meclisidir, o da meclis başkanı, müşterinin vekil kadar bile hükmü yoktur.
İşi gereği şalvar giyer, çalışan bir kadın olarak sıtır eder şalvar.
"Bakmayın anacım, bu iş kıyafetim, ola idim memure, arkası derin yırtmaçlı, dar etek giymesini de bilirdim. Bayılırım döpiyesli kadınlara, onların edasına, şıklığına. Ama onların işi başka, benimkisi başka. Ben ocak başına döpiyesle geçemem, onlar benim işimi dar etekle yapamaz."
Kendi farkında olmasa da feministtir, ayrıca gizli bir sosyalist. Bir yanıyla geleneksel, kimileyin tutucudur.
"Gençliğimde Demirelci devrimciyim" der, dediğine kendi de güler.
***
Günlerden bir gün dükkanına üç genç kadın geldi. Alaaam alaam!
Biri arkası yırtmaçlı dar etekliydi, biri döpiyesli; biri, en gençleri minicik etekli, dize kadar bağcıklı deri sandaletli. Aşçı kadın dükkanı yıktı, yeniden yaptı, kapı önüne buyur etti onları, asmanın altına. Memleket tütüyordu, topraktan alev fışkırıyordu, süzgüyle hem kapı önünü sulattı hem akşamsafalarını, fesleğenleri, ortalık mis gibi oldu, serinledi. Masalarına ilişsem mi, dedi, vazgeçti. Yeşillik tabaklarını koşturdu. İki taşın arasında kadınların uzun yoldan geldiklerini,
Basmane tarafında
Oteller Sokağı'nda bi otele indiklerini öğrenmişti.
"Yol yorgunluğunuzu alır" diye gene müesseseden çorba yolladı, hoşlarına gider diye
"Yazıklar Olsun"u koydu müzik setine. Kadınların yüzünden geçiveren gölgeyi fark etmesi uzun sürmedi. Çorbadan iki kaşık alıp bıraktıklarını görünce, sokuldu. "Neydir anam bu iştahsızlık, bunca keyfsizlik yakışır mı şu yaşında gencecik kadınlara, bakın ne güzel döpiyeslisiniz, eteğiniz yırtmaçlı, mini bile çekmişiniz üstünüze, bir light hayaliniz de mi yok sizin, ha?" Kadınların üçü birden "Ooof, of..." deyince tamam dedi içinden, bunlarınki iflahsız dert. "İçin be yavrum, sıcacık çorba hem midenizi ısıtır hem kalbinizi, kederin bu kadarı baharda hem de genç kadına yüktür, def edin gitsin, hangi erden, hangi düğümdense... Kitaplı, dosyalısınız, ödevinizi mi yapamadınız neyci?" Kadınlar gülmeye dermansızdı ama pek güldüler. "Kahve süreyim mi küle?" dedi; "Aspirin ister misiniz?" dercesine. "Uykumuzu böler" dediler.
- Ben uyku bölmez kahve pişiririm size, tasa etmeyin. - Kahvenin uyku kaçırmayanı var mı da? - Yavrum, ben pişireyim, sen uyuma, gel yarın yapış yakama, senden oldu diye. Gitti, adeta Bağdat'a ısmarladı kahveyi, külde pişirip kaymak bağlatması, fincan fincan pay etmesi epey uzun sürdü. O arada müziği değiştirdi, onlara yakışacağını düşündüğü
"Deniz ve Mehtap"ı çaldı. Masadan bir "Ah!" daha yükseldi. Bilmiş bilmiş gülümsedi, kahve tepsisine dantel örtü örttü, buz dolu bardaklara, ince kargılara doladığı sakızlı macunu koydu, kahveyi fincanlara paylaştırdı, soğuk su döktüğü bardakları da unutmadı, parmak uçlarında hevesle, imrenerek, "Ah, masaya buyur edilsem de bi fincan da ben içsem!" makamından taşıyarak getirdi. Kadınlar, onun öğrettiği şekilde ilkin suyu yudumlayıp sonra bir yudum kahve alıp ardından buzdaki mezzeki macununu tattılar. Bir yudum kahve, bir tadım sakız reçeli, yakıştı, pek hoştu ancak uyku kaçırması bir yana bu kahve pek bi tuhaf etti kadınları. Dünya fır döndü, içlerinde bir şey koptu gibi oldu.
Kahve değil, abıhayat mıydı, neydi? Kalplerine, akıllarına, dünyalarına bir fırdöndülük hali hakim oldu. Keder, sızı, aşk kırgınlığı, iş burkuntusu, geçim zorluğu ne varsa uçtu gitti. Dünya sevilesi, uçulası, mutlu olunası hatta uyunası bir diyar oldu.
***
Bizimkisi, sultan misali kurulduğu köşesinde, nargilesini tokurdatıyor, gözucuyla onlara bakarken, gökteki testeker aya bakıp, "Allah, sana bin şükür" diyor, hınzır hınzır, bu gece ne rahat, ne pambık döşeklerde, ne sahici hayallerle mis gibi uykulara varacaklarını düşündükçe, içini bir huzur kaplıyordu. Döpeyisli, yırtmaçlı, minili üç kadın bu kahrı silen, dünyayı güzel kılan ve uyutan kahveyi ne zaman ansalar, içlerine bir huzur, yüzlerine bir gülümseyiş yayıldı.
E, kahve bu, fincanda durduğu gibi durmuyor elbet...