Geçen akşam
Cunda'da bir arkadaş grubu yemekteydik. Yani
"rakı, balık, Ayvalık" muhabbetine girmiştik.
Masanın üzeri mezelerle doluydu. Bir bayan
"ne kadar ot var, nedir bunların adı?" diye sorunca neredeyse tüm masa hep bir ağızdan saymaya başladılar;
akkız, deniz börülcesi, arapsaçı, turp otu, hardal otu, radika, kuşkonmaz...
Ege'nin otları o kadar değil tabi, bir sürü daha var. O arada bir dost da akkızın öteki adının şevket- i bostan olduğunu da öğrendi.
O akşam da, bugün de
"iyi ki Ege'de yaşıyoruz" diye seviniyorum. En azından şu
GDO'lu ürünlerden, hormonlu tavuklardan daha az tüketiyoruz. Ot ve balık
Ege yöresinin ana yemeği oluyor.
Uzun yıllardır yalnız yaşayan biri olduğum için, genellikle kendi yemeğimi kendim yaparım.
Bir süre öncesine kadar, kolay hazırladığım, bir iki ana yemeğim vardı. En başta balık... Kendim tutar kendim yerim, genellikle fırında yaparım. Kuzu incik, düdüklü tencerede haşlarım. Tavuk butunun ya haşlamasını ya da fırında yapılmışını tüketirdim.
Tüketirdim diyorum, bir hanım arkadaşımın,
"Kızım bilmem ne tavuk çiftliğinin sahibinin kızıyla arkadaş. Onun kızı anlatmış. Tavuklar hormonlu, 45 gün içersinde kesilmezse patlıyormuş. Ben asla tavuk yemem, lütfen sen de yeme" demesine kadar.
H H H Bir kez içime kurt soktu ya, o çok sevdiğim hindi boyunlarını da yiyemez oldum.
Zaten spor yorumcusu
Erman Toroğlu, yaklaşık
10 yıl önce "
Ben hormonlu tavuk yemem arkadaş" deyip kestirip atmış ve ilk kez bu tehlikeye dikkat çekmişti. Kendisi kabzımal olan
Erman Toroğlu aslında, sebzelerdeki sahtekarlıkları falan da bir bir ortaya dökmüştü.
Şu sıralar, ithal pirinçlerde görülmesi üzerine,
"GDO tartışması" da yeniden alevlendi.
O tartışmanın yanı sıra, hormon verilen piliçlerin zamanında kesilmezse, kendi kendini imha edip patladığı haberleri de dört bir yanı doldurdu.
Önce hormonlu tavuk sorununa eğilelim, sonra
GDO'ya gelelim.. Bu kez konuşan bilimsel bir insan.
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü'nden
Dr. Yavuz Dizdar açıklama yapıyor. Ben onun yalancısıyım.
Dizdar diyor ki,
"Tavuk diye önünüze konulan hayvanın kuluçka süresini kısaltarak 17 güne indirdiler. Hayvanların bacak yapıları değişti. Bu hayvanlar, (dikkat ediyorsunuz değil mi, tavuk ya da piliç demiyor)
45 gün sonra kendiliğinden ölüyor." Sadece bu kadarla kalsa iyi.. Devam ediyor;
"Tavuk diye önünüze konulan hayvanın karnından tümörler fışkırıyor." Artık hormonlu tavuk konusunda bu kadarı yeter. Gelelim
GDO sorununa. Ben bu
GDO sorununu tam olarak çözebilmiş değilim.
"GDO'nun insan neslini de bozacağını" söyleyenler de var.
"GDO'nun bir zararı tespit edilebilmiş değil" diyenler de.
***
GDO demek,
"Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar" demek. Yani kısacası
"genetik mühendisliği" ile bir canlıya, başka bir canlı türünden gen aktarılarak, yeni bir canlı organizma yaratılması oluyor.
Gen aktarılan canlının
DNA'sı değişiyor, kendi türünde olmayan özellikler ediniyor.
Uygulanmış bir örnek verirsek, mısıra, zehir salgılayan bir bakteriden gen taşıyarak, mısırın böcek öldüren zehir üretmesi sağlanıyor.
Türkiye'de şu ana kadar,
3'ü soya,
13'ü mısır olmak üzere, toplam 1
6 GDO'lu ürünün ithaline izin verilmiş bulunuyor. Bu ürünler de hayvan yemi olarak kullanıldığı için gözden uzak tutuluyor. Oysa bu yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen,
süt peynir, yumurta, et gibi temel besinler, ne yazık ki, doğrudan soframıza geliyor.
Dünyada
GDO'nun tenel iki görevi var.
Birincisi böcek öldüren zehir içermek.
İkincisi yabancı otları yok eden kimyasal ilaçlara dayanıklı olmak.
Bu nedenle, en çok, mısır, soya, kanola, ve pamuk, dünyada ticareti yapılan
GDO'lu ürünlerin
yüzde 99'unu oluşturuyor. Dünya derken hepsini kasdetmiyorum. Dünyadaki
192 ülkenin
167'sinde
GDO'lu tarımsal üretim yapılmamaktadır.
GDO'lu ürünlerin çeşitli zararları var. Bir kere
"öldürücü alerjilere" neden olabiliyor.
İtalya'da yapılan bir bilimsel araştırmada, marketlerden alınanan her dört sütten birinde
GDO geni parçalarına rastlanmış.
Bilim ve teknik o kadar ileri gitti ki, ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız.