Doğrusunu söylemek gerekirse, bizim kent, gerçekten ilginç. İnsanları da öyle. Derler ki "Kentler insanlara benzer, güzelleşir ve çirkinleşirler. Güzelleştirilirler ve çirkinleştirilirler. Zaman gelir, değişine uğramış kentimiz içinde yaşanılmaz çirkin bir kente dönüşür." Ne demektir bir kentin çirkinleşmesi? Şu demektir; insanlar politika, ekonomik ve başka etkenlerle karşı karşıya gelir; kent gelirlerinden herkes herkesten çok pay ister. Konut sıkıntısı başlar. Para bir yandan değerini yitirirken "
accayip" bir değer kazanır. Emek ucuzlar. Çünkü istihdam insan çokluğundan giderek daralmıştır. İşsizlik, evsizlik ve ekonomik dengesizlik toplumsal bunalım yaratınca, kentte her türlü kötülük kol gezmeye başlar. İnsanlar nedenli nedensiz çatışır ve giderek birbirleri için sevimsizleşirler. İlişkiler yön değiştirir, yanı sıra kentsel değerlerle kentsel gelenek ve görenekler yavaş yavaş ya yok olur, ya da geçmişteki eski etki güçlerinden olurlar.
GİDENİN YERİNE
Anında bir takım yeni olgular çıkar ve kimi kesimleri insanlarıyla birlikte esir alır. Kentsel gelişme, toprak yağmasını, toprak yağması yağmayı kendi kurallarına göre derleyip disipline edecek yasa dışı güçleri doğurur. Adına kent çirkinliği dediğimiz kentsel olgu budur ve önlemsizlikler, adamsendecilikler sonucu her türlü doğal, tarihsel dokusundan ayıklanarak bir başka kent (
çirkin kent) olur çıkar size. Kentler nicedir yaşanan yerler olmaktan çıktı. İstanbul da, Ankara da, İzmir de. Hatta kimi kimsesiz,
kuş uçmaz kervan geçmez diye bellediğimiz kıyı kentleri bile. Eskidenmiş o yaşlılık ve emeklilik düşleri işte. İkramiyesini alacak da, atladığı gibi bir kıyı boyuna bir evlik arsa alacak. Ya da bir evcikle önünde bir karışlık bahçesi olan denize nazır bir yerde ömrünün sonuna dek orasını kendine mesken tutacak. Bunlar, çok yakın bir geçmişe dek düş müş değildi. Gerçekleşmesi için sizin biraz
ceht etmeniz yetiyordu o kadar. Ama ne var bu tür bir düşü (çok istemelerine karşın) pek gerçekleştiren olmadı. Çünkü o geçmiş zaman insanının ömür törpüledikleri kentler, henüz kentliklerinden çıkarılmamıştı. Düzen yerli yerindeydi. Kentler kentti, insanları da insan... Sonra nasıl olduysa oldu, ülke bir erozyona uğradı. Kırsal kesim genelde çözümsüzlük içindeki siyasal iktidarın gadrine uğradı ve yorganını sırtlayan büyük kentlerin yolunu tuttu. Derler ki, bunun tek nedeni vardı: Traktör. Traktör, salt toprağın değil, ülkenin de ülke insanının da altını üstüne getirdi ve iş gücü, insanla makineye yer değişdirtti. Makine de insanı önüne kattığı gibi önce topraktan, sonra da evinden ocağından sürüp ayırdı. Kentlerin sağlıksız büyümelerinde de bu neden vardır. Nüfus patlamasının da.
"Çünkü beyim" dedi
. (Adının yazılmasını istemiyordu ve ben de Ş.E. dedim ona) "Bizim olan haklarımızı, baktık, kimsenin sittin sene bize ne verdiği var, ne de vereceği. Biz de iyisi mi dedik..." Çünkü, sayıları akılda tutulamayacak kadar çok Ş.E'ler artık karılarının çayda tokmakla çamaşır yıkamasını istemiyordu. Toprak fırının karşısında ekmek pişirmesini de. Pilli radyo istemiyorlardı. Başlarını zar zor sığdırdıkları iki gözlü evlerinin yazın güneş ve yağmurlarla, kışın kardan " hamur"laşmasını da istemiyorlardı. Çocuklarını 'dörtte bir günlük yol'daki okullarda da okutmak istemiyorlardı. Onun yerine en çok üç sokak ötedeki bir okulda okusunlar istiyorlardı. Dedi ki, "Çamaşır makinesi, çarşı ekmeği, radyo, televizyon, içimizden biri hastalandı mı, çat kapı bir çırpıda varabileceğimiz hastane, evimizde elektrik, sırtta taşınıp getirilen çalı çırpının yerine gürül gürül yanan bir kömür sobası; bizim de hakkımız değil mi beyim! Biz bu vatanın necileriyiz?"