Sakiye Hanım, "Ey Sakiye, bileydin kaderin yüz yazmak, neylerdin?
Neylerdim, gene yazardım, yoz gezerim, yüz yazarım, ekmeğini alnının teriyle çıkar, ömrün zaye düşmesin.
Vardır herkesin bir hüneri, eyy" derdi.
Yoz gezmezdi, paçaları kısa pantolonu, ki kendi fontil derdi, üstünde erkek yaka gömleği, boynunda yakın gözlüğü, "Ziynetim" der, gülümserdi, yazları kara camlı güneş gözlüğü, kulaklarında çakma pırlant küpeleri, kalın kayışlı erkek saati, dipten kesilmiş tırnaklı, uzun parmaklı, uzun boylu, kemikli, az gülen yüzünde hep aynı anlam... Diren kız Sakiye, hayat direnmek demek zati...
Yoz da gezse , yavan da yese, yüzü en güzel o yazdı. "Yüz yazması da kalktı ortadan" der, iç geçirirdi... Duygularını saklamasını erken öğrenmişti. Öğün atlaması, kör boğazı tek yemekle eylemesi nasıl kalkmışsa ufkumuzdan, tıpkı öyle... Balkanlıydı Sakiye. Yugoslavya'dan.
Dili hep kırık, gönlü de kırık, gölgesine sığınıp, ya ne yapaydı hatun, yok gölgesinden başka sığınacağı, kanadı altına sokulacağı... İki oğul, bir kızçe, gencecikken koyup gitti Yaşar Bey, adını yaşayamadan, pek erken. Elleri koynunda gözü gelmeyeceğini bilse de, yar yolunda, evladlar gölgesiz, göresesiz kalakaldılar, el insaf be kader... Allah'ın emri, ömür kuşu uçtu gitti, bundan ötesi tevekküldür, sabırdır, bir uzun, dinmez ah'tır.
ÖZETİ BU HAYATIN
"E, kör boğaz doymak ister, ne haltedeceksin kadın!" diye kukumav kuşu olup düşündü Sakiye... Alırsın aklı başa, boyaları pulu boncuğu çekersin elinin altına, ya Allah girişirsin hayata, ey Sakiye, özeti bu, hayat uzun konuşmaya gelmez. Yakınıp durmakla geçmez. Karı dediğin, bir kara kaya, çatısı altında kim var ise, yaslanır ona. E, aşk meşk, yoldaş moldaş, olsa iyiydi, e yok, dinine yandığım ne yapalım! Direnelim, dik duralım, bir şey noksansa, bakarsın kader katipleri, eksilenin yerine iki şey koymuş. Memlekette öğrendiği yüz yazmak işiyle geçim etti Sakiye.
Nişanda, kınada, sünnette, düğünde, kiminin ellerine, kiminin çenesine, kaş arasına, Kamutay Bayramı'na katılan çocukların yüzüne kedi, fare çizerken, palyaço yaparken oğlancıkları, mor döğme boyasıyla noktalı, elifli, kıvrım süslerle gelinin, kızın, dulun yüzüne mühür vurdu. Kendi kültürü olmasa da, ama, ille, gelin kız yüzü yazdı. İple yüz aldı, sonra o yüzü göçmen kremiyle ağarttı, süt kremasını cıvayla halledip yapardı bu kremi, kız gibi olurdu sürünen.
KINA KAFTANLARI
Kaşları boyardı, taş boyasıyla, rastıkla.
Yanak kızartıp, gözleri simli farla şıkır şıkır edip, gelin kız hangi çiçeği sever ise, onu bir yanağa nakşederdi. Şablon kağıdı koyup çizer, sonra toz sim boya, kalem boya kullanarak, menekşe, gül, mimoza açtırırdı gelinin yanağında. Buna uygun kokuları olurdu; gerdana, kulak ardına, bilek içine sürdüğü. Balkan düğünlerinin kırmalı saten şalvarlarını, sim sırma nakışlı kına kaftanlarını da kiraya verirdi.
Düğüncüler gelir faytonla evinden alırdı onu, sonra gene faytonla evine bırakırdı.
Bunun lafının edilip, kötüye yorulacağını ummazdı.
HOŞ BİR HİKAYE
Ömür alın aklığıyla geçti, hamdolsun, sofrasına et bile koydu, evladlarını uçurdu, vakta ki gelini "Babaannenizin yüz yazdığını sakın söylemeyin" dedi, işte o vakit gönlünün sırça sarayı şıngır mıngır yıkıldı... İncindi, derinden incindi. Kader katiplerinin bükemediği belini gelin sözü büktü.
Yüz yazması da yoz gezmesi de, aç yatması da ayıp değil, ayıp işte tastamam bu... "Gönül yıkmak, en büyük ayıp, en büyük günah!"
Hakkın var Sakiye... Sen kahramansın, bu da hoş bir hikaye.